Friday, October 1, 2010

Aytunç Altındal ile Türkiye nin Yakın Tarihi

KOD ADI : HAREM
27.09.2010 / Takvim Gazetesi Arda Uskan


II. Dünya Harbi sırasında İstanbul'da casuslar savaşı yaşanıyordu. Devrin Başbakanı Amerikalılar'a casusluk yapıyordu. Bunu bir tek Cumhurbaşkanı İnönü biliyordu

BAŞLARKEN
İstanbul... Dünyanın en görkemli ama aynı zamanda en esrarengiz kentlerinden biri. Bu yazı dizimizde, yazar-araştırmacı Aytunç Altındal ile birlikte, binlerce yıllık sırları içinde barındıran bu yaşlı kentin, geçmişten bugüne kıskançlıkla kendisine sakladığı sırlarını gün ışığına çıkartacağız. Daha doğrusu bu gizemli yolculukta Altındal bize rehber olacak, biz de sizler için Bizans döneminden bu yana kimi zaman efsanelerin, kimi zaman üzeri hiç açılmamış gerçeklerin izini süreceğiz.

Mesela; 'nın üzerindeki manyetik alanlardan, kentin altından akan gizli bir nehrin karanlık sularına birlikte gireceğiz. Çemberlitaş'ın altını kaldırıp bakacağız, gerçekten İsa'nın haçı ve kutsal kase orada mı gizli? Uzaydan gelen kozmik taşlarla insanların kaderlerini değiştiren Elmas Hanım'ın, Samatya'daki şimdi artık yıkılıp gitmiş ahşap evini birlikte ziyaret edeceğiz. İstanbul mezarlıklarında yetişen Mandrake adlı bitki ile yapılan ölümcül kara büyülerin izini süreceğiz. Mısır'dan kaçırılıp, Fransa'daki mumya yiyicilerine götürülen 2 bin yıllık bir mumyanın, İstanbul'daki garip öyküsünü öğreneceğiz... Ve tabii dünyanın en gizli örgütlerinden Gül ve Haç'ın İstanbul'daki gizemlerini de... Kısaca, geçmişten bugüne kurulan bu sırlar köprüsünde heyecanlı günler bizi bekliyor. Bu arada küçük bir notumuz var okura; Bu söyleşi, dostlukları çok eskilere dayanan iki arkadaşın sohbeti aynı zamanda. Bu yüzden 'samimiyetine dokunmadan' yayınlıyoruz.

Yazı dizimizin ilk iki gününü, Şehri İstanbul'un casusluk öykülerine ayırdık. Öykü dediğimize bakmayın, Aytunç Altındal, Türkiye'de ilk kez TAKVİM'de yayınlanacak bomba gibi bir gerçeği açıklıyor! (A.U)

* * *
ARDA USKAN- Sevgili Aytunç, bütün dünyanın bildiği gibi İstanbul gerçekten yüzyılları kapsayan gizemleri içeriyor. İstersen biz önce en somut olanından, İstanbul'da yaşanmış casuslar savaşından başlayalım. Yanılmıyorsam bu topraklar hala bu savaşlara tanıklık ediyor.

AYTUNÇ ALTINDAL- Evet, Türkler'in Anadolu'da ilk örgütlenmeye başladıkları günlerden beri varlar... Soğuk savaş yıllarında ise Türkiye'den en az 10 bin casus ve ajan gelmiş geçmiş...

Peki bilinen ilk casuslar kimler? Bunlar özellikle Fransız ve Cenevizli casuslar... Anadolu'yu baştan aşağı dolaşmış bu adamlar. Belgeleri ise ilk kez 2005 yılında Fransa'da yayınlandı. Bilinen ilk casus Fransız Şövalye tarikatları adına çalışan Jean le Jaune diye biri. Sarı Jan diye anılan bir casus bu. Düşün, yıl 1332...

O zaman Anadolu ne durumda? O zaman Anadolu 'Natolia' diye anılıyor. Henüz Anatolia bile değil. Natolia taşra demek. Bizans'ın taşrası... Bizanslılar, Türkler, Selçuklular birlikte yaşıyorlar. Bu Sarı Jan Anadolu'ya geldiği zaman Kuran okuyabilecek kadar iyi Arapça biliyor. Türkçe konuşup, Türk kıyafetleri giyiyor. Kimse yabancı olduğunu anlayamıyor. Böylesine iyi yetirilmişler yani.

Yani bizim bu 'yol geçen hanı' durumumuz çok eskilere dayanıyor. Öyle... Anadolu topraklarında bunlar her zaman faaliyette bulunmuşlar. İlginç olan gelenlerin hepsinin yüksek eğitimden geçmiş olması ve Müslümanlar'dan ayırt edilememesi. O zamanki şartları düşünsene...

Peki daha sonra... Önce sırada I. Dünya Savaşı dönemi var.
İstanbul ve çevresinde çok önemli casusluk faaliyetleri oluyor. Gelenlerden en ünlüsü Sidney Reily diye bir adam. Yahudi asıllı, inanılmaz maceraperest biri. O günkü standartlara göre gelmiş geçmiş en büyük ajan bu. Hatta Ian Fleming'in, James Bond'u yaratırken bu ajandan ilham alarak yazdığı söylenir. Sidney Reily ayrıca, meşhur Yavuz zırhlısı olayını yönlendirmek için özel çalışmalar yapmış biri.

Yavuz ve Midilli zırhlılarını, I. Dünya Savaşı sırasında Almanlar bize vermişler galiba... Evet ama bir şartları var. Bu zırhlılar ile Karadeniz'e çıkıp Rus donanmasını bombalayacağız! Enver Paşa'nın emriyle bu iki gemi Karadeniz'e açılacak ama içinde Almanlar var, bombalayacak olan onlar. Sonra malum, onlar Ruslar'ı bombaladılar ve dolayısıyla savaşa biz de girmiş olduk.

Bizim James Bond Sidney'in rolü ne? Adam İngiltere'nin bu işler için gönderdiği ajan! İngilizler anlaşmanın yapılmasını istemiyor.
Reily kendini İstanbul'da Rum asıllı tüccar Nico olarak tanıtıyor. İsmini hep değiştiriyor zaten.
Türkler'in bu iki zırhlıyı almalarına engel olmaya çalışıyor. Bolşevik ihtilalinden hemen sonra da Lenin'i öldürmek için Moskova'ya gidiyor, fakat orada kayboluyor. Ondan sonra da izine rastlanmıyor.

Gerçekten roman kahramanı gibi... Hem de nasıl? Mesela birçok kadınla evlenip boşanıyor, yakışıklı bir adam ve evlendiği kadınlar bile bunun kim olduğunu bilmiyorlar.
Çok büyük paralar kazanıp kumar, kadın ve uyuşturucuya harcıyor. Bir keresinde İngiltere'de zengin yaşlı bir adamın genç karısını baştan çıkarıyor. Adam kalp krizinden ölünce, kadınla evleniyor. Kocayı öldüren de bu. Adamın ölüm raporlarını, kendisini doktor olarak gösterip yine kendi imzalıyor. Meğer yaşlı adamı zehirlemiş.
Sonra kadınla evlenip paralara konuyor. Böyle bir adam işte. Artık senaryosunu yazmaya başlayabilirsin.

Başladım bile Reily'yi de sen oynarsın artık. Peki sonra... Geliyoruz II. ikinci dünya savaşına... O dönem dünyanın en ünlü casusları hem İstanbul'da hem Ankara'da cirit atıyorlar. Üstelik bunlar en üst düzey casuslar.

Hazretler bu kez hangi amaçla geliyorlar? Çünkü Türkiye II. Dünya Savaşı'na girip girmemek konusunda kararsız. Girmek istemiyor aslında. Bir tek Başbakan Refik Saydam savaşa girmekten yana. Ajanları yollayanlar Almanya ve İngiltere. Bir de o arada İstanbul'da bir Yahudi teşkilatı var. Onlar da Yahudiler'i kurtarmaya ve Filistin'e yerleştirmeye çalışıyorlar. Bunlar aslında I.Dünya Savaşı sırasında İstanbul'da kurulmuş spor kulüpleri... Mesela bugün Hapoel Hayfa diyoruz, o zamanki adı Hapoel İstanbul. Mesela ünlü Ajax Takımı'nın kurulduğu ilk yer de İstanbul. Bunlar hep Yahudilerin kurduğu teşkilatlar. Spor kulübü kisvesi altında çalışıyorlar.

Spor tesisleri ve casusluk... Vay be! Evet, bizim Beşiktaş Kulübü de öyledir. Beşiktaş önce Jimnastik Kulübü olarak kuruluyor, aslında Anadolu'ya silah kaçırıyorlar. Benim babam da o teşkilatın içindeymiş. 1920-21 yıllarında hem Beşiktaş'ta futbol oynamış, kaptanıymış hem de Haysiyet Divanı Başkanı'ydı. Cavit Altındal... Ama esas işleri Anadolu'ya silah götürmekmiş.
Beşiktaş onun için Kuvayi Milliye'nin takımıdır.

Eee... Bizim Galatasaray ne takımı oluyor? O Mason takımı. Fenerbahçe de kopil takımıdır. Rum kopilleri takımı...

Vallahi öldürürler seni... Yok canım ben bunu televizyonda da söyledim. Zaten adamlarının stadının ismi 'Papazın Çayırı'. Şimdi II. Dünya Savaşı'nda İstanbul'da başka kimler de var ona bakalım. Ludwig Moyzich mesela. O da Alman SS casusu. Knetchbull Hügesen ise hem İngiliz Büyükelçisi hem de Malta Şövalyeleri ve Saint George Şövalyeleri tarikatı üyesi. Sene 1939-1945 arası. Elçinin bir yardımcısı var, Arnavut asıllı bir Türk vatandaşı. Kod adı; Çiçero...

O meşhur Çiçero? Evet. Şimdi bu Çiçero, İngiltere Büyükelçisi Knetchbull Hügesen'den İngiltere'ye ait bütün gizli belgeleri çalıyor ve Almanya'ya satıyor.
Düşünsene adam onun yardımcısı...

Casusun hakkından casus gelir... Aynen. İngiliz casusunun asistanı Çiçero. Almanlar'ın casusu aslında. Almanlar Çiçero'ya bunun karşılığında 500 bin mark ödeyecekler. Ödüyorlar ama sahte mark olarak. Sonunda Çiçero, Fransa'da kapıcılık yaparak beş parasız ölüyor. Bu arada bir de Frankfurther Algemeine gazetesi adına gönderilen Alman gazeteciler var. Bunlar 'uyuyan ajan' olarak Türkiye'ye sokuluyor.
Buraya yerleşiyorlar. Şayet savaş kaybedilirse ondan sonrasında neler yapılacağını planlayacaklar. Geldikleri yıl 1943.

Savaş bitmeden 2 yıl önce... O sırada Almanların Türkiye için gizli bir projesi var. Bu projenin kod adı; Gertrude. Bu proje çerçevesinde Almanlar bizi sanat ve kültür aracılığı ile etkileyecek ve Alman hayranlığını yayacaklar. O günlerde en ünlü besteciler, yazarlar, ressamlar getiriliyor Türkiye'ye. Ve bu organizasyonun Türkiye ayağında ise birinin adı geçiyor; Zeki Ülkütay.

Organizatör yani... Dahası... Sanki ortada Zeki Ülkütay diye birisi varmış ve bu adam dünyaca ünlü herkesle ahbap, herkesi tanıyor, bütün işleri o ayarlıyor. Almanlar adına çalıştığı söyleniyor. Ama gerçekte Zeki Ülkütay diye bir şahıs yok! Hiçbir zaman da bulunamıyor zaten ve kim olduğu bir sır olarak kalıyor. Şimdi yıllar sonra Alman Deuche Bank'ın gizli belgeleri, hesapları yayınlandı. Onlara bakıyorum...

Hocam Deuche Bank'ın gizli belgesinden sana ne? Neden bakıyorsun? Önemli. Bak oradan ne çıktı! Uzun yıllar sonra 1999 senesinde İsrail, Türkiye'den savaş tazminatı istedi. Dediler ki, 'Siz, II. dünya savaşı sırasında Almanlar'a krom sattınız. Satmasaydınız Almanlar savaşa devam edemeyecekti, dolayısıyla savaş daha erken bitecekti ve bu kadar Yahudi ölmeyecekti! Daha önemlisi, Almanlar sizden aldıkları krom karşılığında, size Yahudiler'den gasp ettikleri altınlarla ödeme yapmışlardır!'

Şu 'Alman altınları söylentisi' bu herhalde... Bu altın hikayesi Türkiye'nin önüne getirildiği dönem, 2003 yılı ve Ecevit'in hükümet olduğu dönem. Dışişleri Bakanı da Şükrü Sina Gürel.
Şükrü Bey bunu araştırmak için bir grup oluşturdu. İlber Ortaylı, ben ve büyükelçi Nuri Bey... Biz üçümüz bu tazminattan kurtarabilmek için belgeleri araştıracağız. İsrail 625 milyar dolar istiyor bu arada. Alman bizden krom almış, karşılığını ödemiş. Bizi ne ilgilendirir bu Alman altını mıdır, Yahudi altını mıdır, değil mi? Bu nedenle o araştırma sonunda Deuche Bank belgelerine baktım. 'Zeki' ismini biliyordum, bu isme orada rastlayınca bağlantıyı kurdum. İşte o belgelerdeki kişi Zeki Ülkütay'dı. Yaklaşık 1600 Napolyon altını onun adına bankada kayıtlı. Ama paralar adamın değil. Alman istihbaratı tarafından Türkiye'ye ödenmesi için uydurulan bir isimden ibaretti bizim Zeki Ülkütay efendi. Hayali bir kişi yaratılmış ve ödemeler yapılmıştı. Ben bunu 2000 senesinde gördüm ama savaştan sonra bir tek altın bile çekilmemiş. Sadece kayıtlarda duruyor.

Ve casusluk olayları yavaş yavaş günümüze doğru geliyor... Henüz gelmiyor. Daha 1941'lerdeyiz çünkü... O günlerde Türkiye ile Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanıyor. Ama bu anlaşmayı isteyen Stalin. O zaman Hitler ile savaşta değil, işbirliği halindeler. Bu anlaşma, bizim Başbakan Refik Saydam döneminde imzalanıyor. Malum İsmet Paşa Cumhurbaşkanı, diyor ki "Biz Almanlar'la her zaman dostuz, onlara saldırmayız." İlginç bir şey oluyor ve Refik Saydam ölüyor... Ki bu da ilginçtir, yerine Başbakan olarak Şükrü Saraçoğlu geçiyor. Bak önemli bir şey anlatıyorum, Türkiye tarihinde ilk kez sen yazmış olacaksın...

Vay canına, tüylerim diken diken oldu... Daha saçların dikilecek haberin yok. O günlerde Amerikan gizli servisi, İsviçre'de konuşlanmış. Çünkü tarafsız bölge. Ve servisin başındaki şahsın ismi de Allen Dulles. O dönemde CIA yok, eski adı OSS ve başında da Allen Dulles bulunuyor. Bunun bir erkek kardeşi var; John Foster Dulles.

Sonra ABD dışişleri bakanı oluyor... Öyle, ağabeyi Allen Dulles aynı zamanda bankacı ve hukukçu...

Casusun da Ağababası... Daha da öte. Dinle... Allen Dulles, İsviçre'den İstanbul'a geliyor ve bir istihbarat ağı kuruyor.

Elemanları, bütün casusluk teşkilatları gibi kod adlarıyla çalışıyorlar. Türkiye'ye de bir kod veriliyor. Türkiye'nin kodu: Yellow, yani sarı... Türkiye demiyorlar yazışmalarda sadece 'yellow' diyorlar. Bir de, çok ünlü bir Türk yöneticiye kod verilmiş, o da; 'Harem' Yazışmalarda Harem kod adlı birisi var Türkiye'de yani. Yellow'un sorumlusu Harem diye geçiyor adam...

Peki kimmiş Harem? Başbakan Şükrü Saraçoğlu... Başbakanın ta kendisi. Bu ilk kez sizde yayınlanacak! İnönü cumhurbaşkanı, Saraçoğlu başbakan o dönemde. "Sarı'dan -yani Haremden- gelen bilgiye göre..." diyor ABD kaynakları.

Saraçoğlu bir yandan da Amerikalılar'a bilgi veriyor. Elbette. Bunu da bir tek İnönü biliyor. Şimdi Almanlar'la bir anlaşa yaptı ya, bakıyorlar savaş başka türlü gidiyor, Amerikalılar da Pearl Harour baskınından sonra girmiş savaşa... İster misin Amerika kazansın bu işi! Biz de Alman taraftarı olarak arada kaynarız gideriz maazallah!.
Saraçoğlu, Lozan Üniversitesi mezunu bir hukukçu ve İnönü'nün en güvendiği adam. Bu yüzden önce Şükrü Kaya'yı başbakanlıktan alıp Saraçoğlu'nu getiriyor yerine. Onun müttefiklerle aramızı düzeltecek bir yol bulmasını istiyor gizliden gizliye. İşte 'Harem' o zamanki CIA yani OSS'in Saraçoğlu için kullandığı kod adı. Bütün belgeler ve bilgiler bir tek onun üzerinden Amerika'ya geçebiliyor.

Sonuçta Harem, yani Şükrü Saraçoğlu, ABD istihbaratına bilgi ulaştırıyor! Tamamen öyle... 1942-1946 yılları arası bir işbirliği yapıldı ve bu belgeler iki yıl önce açıklandı. Ama Türkiye'de hiç duyan olmadı. Bu olay Türkiye'deki istihbarat faaliyetlerinin boyutlarını göstermesi bakımından çok önemlidir.



CELAL BAYAR'I İPTEN ALAN PAPA
28.09.2010 / Takvim Gazetesi - Arda Uskan

1950'lerde Türkiye'nin en önemli iki casusundan biri olan Kardinal Roncalli, 1958'de Vatikan'a gidip Papa oluyor... 2 yıl sonra yakın dostu Celal Bayar idama mahkum ediliyor. Devreye giren Papa şu mesajı iletiyor: Bayar'ı idam ederseniz dünyayı karşınıza koyarım
Biri siyasi bir kişilik, diğeri ünlü bir sanatçımız; Celal Bayar ve Ajda Pekkan... Peki casusluk faaliyetleriyle nasıl ilgileri olabilir? İşte Aytunç Altındal bu konuyla ilgili şimdiye kadar konuşulmayanları Arda Uskan'a anlattı...

-İkinci Dünya savaşı sonrası İstanbul'daki casuslar aleminde biraz daha dolaşalım istersen. O dönemdeki en çarpıcı ajanlar kimlerdi?
1950'lerde Türkiye'deki en önemli iki casustan biri de Kardinal Roncalli... İstanbul Şişli'deki Ölçek Sokak'ta oturuyordu. Bugün Pangaltı'da Vatikan Temsilciliği'nin bulunduğu sokak. Sonra Papa 23. John oldu. Ama bu günlerde oraya giderseniz, Ölçek Sokağı'nın isminin Kardinal Roncalli Sokak olarak değiştirildiğini görürsünüz.

-Papa mı oldu bizim Pangaltılı Kardinal?
Bildiğin Papa oldu işte. Hazret, 1939'- dan itibaren Türkiye'de, sonra 1958'de Vatikan'a gidip Papa oluyor. İstanbul'daki en yakın dostu ise Celal Bayar. O günlerde Türkiye'de Vatikan Büyükelçiliği yok, sadece temsilcilik var. İlk defa temsilcilik açma hakkını Celal Bayar bunlara sağlıyor. Bu yüzden araları çok iyi. 1960'da Bayar idama mahkum edilince, o günlerde Papa olan Roncalli, Türkiye'ye dört kardinal yolluyor. "Celal Bayar'ı idam ederseniz dünyayı karşınıza koyarım" diye de tehdit ediyor. O yıllarda Bayar'ın asılabilmesi için yaş haddini kaldırmışlardı. Ama Papa'nın bildirisinden sonra yaş haddi tekrar gündeme geldi ve Bayar idamdan kurtuldu.
-Ben Bayar'ın idamının durdurulmasını, 'demokratik(!)' bir karar olduğunu sanıyordum!
Asker idama mahkum ediyor ama sıkmıyor gördüğün gibi... Menderes ise asılıyor gariban.

-Belki kardinalin arkadaşı olsaydı o da yırtacaktı...
Kesin... Ben bunu bizzat Bayar'a sordum. O görüşmeye ait fotoğrafımız bile var. Şimdi o tarihteki önemli bir Alman casusuna daha gelelim. Meşhur Franz von Papen... Papen önce Ankara'da. Savaşın sonuna doğru Almanya'nın yenileceğini anlıyor ve ailesini alıp İstanbul'a getirtiyor. Papen savaştan sonra Roncalli sayesinde Vatikan'da görev alıyor ve böylece sıyrılıyor işten.

'İKİMİZ BİRDEN ÖLÜRÜZ!'
-Peki başkaları...
Şimdi başka bir isim... Dr. Wilhelm Hendricks. 1943'te henüz 24 yaşında. İpek tüccarı kimliği ile Almanya'dan İstanbul'a gönderiliyor. Alman ajanı olarak bilgileri Almanya'ya satıyor. Bir görevi de para harcamak. Ne kadar çok para harcarsa o kadar çevre edinecek. Türk istihbaratı kuşkulanıyor. Ajan olduğunu anlayan ise Suat Şakir Kabaağaç. Kabaağaç o sırada Türkiye'deki istihbaratı yöneten adam.

-Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in kardeşi...
Evet... Suat bey, Dr. Wilhelm'i deşifre etmek ve ajanlığını belgelemek için peşine Harika T. adlı kadını takıyor.

-Soyadı ne kadının?
Söylersem biraz deprem etkisi yapar. Ama Selanik'ten gelen tanınmış ailelerden birinin kızı. Yabancı diller biliyor, hoş bir hanım. Harika, Alman ajanla bir şekilde tanışıyor ve kısa sürede adamı kendine aşık ediyor. O arada çok güzel bir sahne var, film gibi...

- Bunları nereden biliyorsun, yanlarında mıydın?
Yıllar sonra ajan Hendricks ile bir görüşme yaptım. 82 yaşındaydı. Şimdi şu sahneyi anlatalım. Bu ikisi bir arabadalar ve Karaköy'e gidiyorlar. Arabayı Harika kullanıyor. Harika; "Sen kimsin, gerçeği söyle, yoksa arabayı denize sürerim ikimiz birden ölürüz!" Wilhelm aldırmıyor, kadın gerçekten denize sürüyor arabayı ve son anda adam onu durduruyor. Ve dönüp soruyor, "Sen Suat Şakir için mi çalışıyorsun?" Ve birlikte Suat Şakir'e gidiyorlar. Sonrasını Hendricks bana şöyle anlatmıştı; "Suat bey çok büyük bir adamdı. Bana 'Oğlum bu savaşı Almanya kaybedecek' dedi. Yıl 1943 ve daha iki sene var savaşın bitmesine. Bir teklifte bulundu, 'Gel ben seni İngiliz istihbaratına sokayım canını kurtar, boşu boşuna kurşuna dizilme!' Düşünüp taşındım ve kabul ettim Suat beyin teklifini..."

SUAT BEY KURTARDI
- Wilhelm'in akıbeti ne oluyor? Suat bey bunu Şam'a yollamış İngiliz ajanı olarak. 1945'den sonra da kahraman oluyor. Alman ama İngilizler hesabına çalıştığı için de Time'a kapak oluyor. Sonra Avusturya Havayolları Genel müdürü filan oluyor.

- Peki ya Harika hanım?
O sonra Amerika'ya gidiyor... Wilhelm Hendricks'le konuşurken sıra Harika'ya geldiğinde 82 yaşındaki adamın gözleri yaşardı. "Harika çok güzel bir kadındı" dedi. "Ona gerçekten aşıktım ama çok gençti, ne oldu acaba?" diye sordu sohbetin sonunda. Ben hazırlıklı gitmişim tabii. Çıkardım Amerika'daki adresini verdim.

- Harika hanımın adresini nereden biliyorsun?
Herhalde biz de casusuz di mi? Verdim adresi ama Harika görüşmek istemedi. 'Çok yaşlandım, beni gençlik halimle hatırlamasını isterim' dedi.

- Valla çok hoş bir aşk hikayesi...
Dur daha bitmedi... Bütün bunlar olurken Harika'ya aşık bir Türk gazeteci var. Turan Aziz Biler. İzmir'den İstanbul'a gelmiş genç bir gazeteci. O da Suat Şakir'in istihbarat ekibinde çalışıyor. Ve bu güzel kadına kapılmış, gizliden ne yaptığını merak edip takip ediyor. Harika, geceleri Dolmabahçe'deki saatin altına geliyor, Alman Wilhelm ile orada buluşuyorlar ve gizlice adamı arabasına alıp gidiyor. Turan Aziz müthiş kıskanıyor kadını. Sonra bir gece saatin bulunduğu meydanda...

- Harika hanımın soyadını şimdi daha çok merak ettim!
Etme de dinle. Bu arada Alman istihbaratının diğer adamları da çaktırmadan kendi ajanlarını takip ediyorlar. "Wilhelm bir kadınla buluşuyor ama kim bu kadın?" O gece Wilhelm tam Harika'nın arabasına binecek, karanlıktan biri koşarak fırlıyor, elinde tabanca, "Kendi canım sağ kaldıkça seni vermem ellere ulan" diye bağırarak bunlara doğru koşmaya başlıyor. Bu da gazeteci Turan Aziz... Karanlıkta saklanan Alman casuslar şaşırıyorlar. Biri kendi adamlarına tabanca ile saldırıyor neticede. "Bizim ajanı öldürecekler" diye bunlar da ateş açıyorlar. Kargaşadan faydalanan Wilhelm ile Harika arabaya binip kaçıyorlar. Almanlarla bizim aşık vuruşmaya devam...

- Turan Aziz vuruluyor mu?
Yok. Sanırım sarhoştu, silahları görünce ayıldı ve kaçtı. Sonrasında bunların romanını yazmış "Tüylendi ailesi" diye...

VE AJDA'NIN CASUS SEVGİLİSİ
- Peki Rus casuslarına gelelim mi?
Gelelim... Özellikle 1940'lı yıllarda, İstanbul'daki Rus kadın casusları var ki bunlar en başarılı olanlardı. Genelde Rus deniyor ama bazısı Romanyalı. Bu kadınlar bilgi edinmek için cinsellikten uyuşturucuya kadar her şeyi deniyor. En önemli görevleri de büyük partiler düzenlemek. Bir kız var mesela, çok genç ve güzel bir Rus kızı. Bir gece Fransız ajanları tarafından Pera Palas'da öldürülüyor. Kod adı İona... Cinayet ört bas ediliyor tabii. Bu grubun içinde bir de anne var. Bir de Angel dedikleri bir Rum. Bu kadının bir sevgilisi İngiliz, bir sevgilisi Alman.

- Peki yakın tarihlere gelirsek...
Sana çok ilginç bir başka olay anlatayım. Sonunda öyle bir isim çıkacak ki karşına şaşıracaksın. 1970'li yılların en büyük casusluk olayıdır. 1978-80 arasında yaşandı. O günlerde Sovyetler radara yakalanmadan uçabilen ve MİG-28 diye bilinen bir savaş uçağı geliştirdi. Bunların en gelişmiş modelleri MİG-29 ve MİG-31'di. Bunların varlığını Amerikan casus uyduları fark etmişti ama haklarında hiçbir bilgileri yoktu.

- MİG'leri biliyorum. İki tanesi kaybolmuş, Rusya ayağa kalkmıştı...
İşte onlar... İlki 1978 yılında Vietnam üzerinde istihbarat uçuşu yaparken ortadan yok oldu. Rusya uçağı bulamadı. İki yıl sonra, 31 Ekim 1980'de bir başka MİG-31 aynı şekilde havadayken yok oldu. Bir yıl sonra da Amerikalılar, MİG'lerin sırrını çözdüklerini ve onlardan daha iyi uçaklar yapabileceklerini açıkladı.

- Peki nasıl kaybolmuştu uçaklar?
Orası hala bilinmiyor. Bazı iddialara göre CIA, uçakların pilotlarını çok yüksek paralarla satın almış ve Saygon'daki üslerine indirmiş! Bir başka iddia ise bunların kötü hava şartları nedeniyle düşüp kaybolmaları...

- Bunların bizimle ilgisi ne? Hani adını duyunca şaşıracağım Türk casusu?
Biraz sabredersen geleceğiz oraya da... 1970'li yıllarda ünlü Sporel ailesine mensup bir genç var. Adı, Güney Sporel. Bu genç adam son derece yakışıklı ve Kore'de savaşmış bir delikanlı ve kendi adına kurduğu bir turizm şirketini yönetiyor. Bu köklü aileden biri de Zeki Rıza Sporel. Fenerbahçe'nin ilk başkanlarından biri. Güney Sporel aynı zamanda, daha sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Kemal Kayacan'ın da yeğeni. Güney'in İstanbul Moda'da, 'Stella' adında çok özel kişilerin devam ettiği bir pansiyonu var. Burada özel toplantılar yapılıyor. Aslında Sporel, MİTCIA- KGB üçlüsünün eline düşmüş. Ve bir gün ölü olarak bulunuyor.

- MİG'lerle ilgisi?
Güney Sporel'in arkadaşları arasında, daha sonra adı Lockheed skandalına karışan Nezih Dural isimli biri var. Şimdi asıl şaşırtıcı olan şu. Bir dönemin ünlü playboylarından biri de bunların en yakın dostları...

- O kim?
Yavaş yavaş, işin heyecanını kaçırma. Yıllar sonra 'Bilinmeyen Hitler' kitabım için araştırma yaparken, adı birazdan geçecek o playboy bana aracılar vasıtasıyla haber gönderdi ve buluşmak istediğini söyledi. 70 yaşına gelmişti, hastaydı. Ben de evine gittim. Önce Almanlar hakkında birkaç belge gösterdi, sonra oğlunu odadan çıkarıp asıl bombayı patlattı; "Kaybolan MİG uçaklarının bütün planlarını ve bazı motor aksamlarını ben, N.N. adlı bir kişiyle Vietnam'dan kaçırdık ve Ankara'da Amerikalılar'a teslim ettik!"

- Anladım, beni meraktan çatlatmak istiyorsun! Kim yahu bu adam?
Çok iyi tanıdığın bir isim; Cömert Baykent!

- Yok yahu? Bizim Ajda Pekkan'ın en büyük aşkı...
Evet öyle... Cömert, az önce anlattığım Güney Sporel ile çok iyi arkadaştı. Yakışıklı, kültürlü insanlardı. Ayrıca Cömert Baykent, Hayri İpar'ın da torunuydu. Hayri bey de Türkiye'de istihbarat alanında hizmet etmiş önemli kişilerden biri.

- Peki onca yıl sonra neden sana anlatmış?
Ben de aynı soruyu sordum. "Siz bilmiş olun, araştırırsınız, bir gün doğrulatırsınız, ben artık çok yaşlandım" dedi... Bir süre sonra da öldü zaten.

- Sana göre, gerçek miydi söyledikleri?
Büyük ihtimalle doğrudur. Ama belki de bunu bana anlamakla hedef şaşırtıyordu, o da olabilir. Hoş daha sonra uçaklardan birinin CIA ve MİT'in ortak operasyonu sonucu Türkiye'nin Sinop'taki gizli Amerikan üssüne kaçırıldığı ortaya çıktı. Diğeri ise hala meçhul.

* * *
BAYAR-RONCALLİ-VATİKAN ÜÇGENİ
Roncalli Türkiye'de bulunduğu yıllarda (1935-45) çok iyi Türkçe öğrenmişti. Kardinal yapılan Angelo Roncalli, Türkiye'de çok yakın ilişkiler kurmuştu. Bunlardan biri de 1930'lu yıllarda tanıştığı genç bir politikacıydı. Bu genç, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin 3. Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar'dı. Bayar, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Roncalli'nin ricasını kırmadı ve Vatikan'ın Türkiye'de bir büyükelçilik açması için gereken emirleri verdi.

* * *
AJDA'NIN EN BÜYÜK BAYKENT
1970'li yılların hızlı çapkınları arasında yer alan Cömert Baykent, o dönemin ünlü ailelerinden armatör İparlar'ın mensubuydu. Şeker Kralı Hayri İpar'ın torunu ve işadamı Nebil Baykent'in oğlu olan Cömert, yurt dışında eğitim görmüş, İngilizce ve Fransızca'yı ana dili gibi konuşan bir iş adamıydı. İlk evliliğini Sultan Reşat'ın torununun kızı olan Perizat ile yapmıştı. Gençlik yılları ise İstanbul gece hayatının ünlü playboylarından biri olarak geçmişti. Ajda Pekkan'ın sahnelerde fırtına gibi estiği o yıllarda, ünlü sanatçıyla birlikte olmuş, hatta evlilik yolunda adım atarak nişanlanmışlardı.

MENAJERİYDİ
Uzun bir süre Pekkan'ın menajerliğini de üstlenen Baykent, sanatçıdan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, yine o dönemin ünlü şarkıcılarından Gökben ile birlikte olmuştu. Yasemin Kozanoğlu'nun annesi Ahu Tuğbay ile de kısa bir evlilik yapan Baykent, daha sonra eğlence hayatından elini ayağını çekmiş ve kürk ticareti ile uğraşmıştı. Cömert Baykent, 2007 yılında 77 yaşında hayata veda etti

* * *
TAKVİM'İN HABERİ EZBER BOZDU
YILMAZ SARAÇOĞLU:
Babam başbakanlığı Şükrü Kaya'dan almadı. Refik Saydam ölünce başbakan oldu. Babam ayrıca Lozan Değil Cenevre Üniversitesi mezunu. İkisinin arasındaki fark İstanbul ve Ankara Üniversitesi gibidir. Babamım casus olduğu iddiası doğru değildir.

Tarihçi İLBER ORTAYLI:
İnönü biliyorsa Saraçoğlu ajan değildir görevlidir. O dönem 'Almancı', 'İngilizci' diye yönler vardı. Bu da yöndür. Yani hükümetin politikası, oturur kararlaştırırlar 'Sen onu oyala sen onu' diye. O mevkiye gelmiş Türk memurları kendi başlarına ajanlık yapmazlar o bir yöndür. Saraçoğlu'na Almancı diyorlardı. Hele de İsmet Paşa biliyorsa ajan olamaz.

Emekli Büyükelçi ve CHP İstanbul Milletvekili ŞÜKRÜ ELEKDAĞ:
İlk kez sizden duyuyorum.

CHP eski Genel Başkanı Gazeteci Yazar ALTAN ÖYMEN:
Şükrü Saraçoğlu, Türkiye'nin çok zor zamanlarında görev yapmış bir devlet adamıdır. Adalet ve Maliye Bakanlıkları'nda bulunduktan sonra, savaş yıllarının bir kısmında Dışişleri Bakanlığı bir kısmında başbakanlık yapmıştır. Ajan olması mümkün değildir.


MANDRAKE'NİN LANETİ
29.09.2010 / Takvim Gazetesi - Arda Uskan

Kara büyü mezarlıklara kadar gidiyor. Mezarlıklarda yetişen Mandrake adlı otun ruhlarla temas kurduğuna inanılıyor. Bu ölümcül bitkinin insan ruhunu emerek yetiştiği söyleniyor.s
Yakın tarihin bilinmeyenlerine ışık tutan ve iddiaları ile ezber bozan Aytunç Altındal bu kez gizemler dünyasına yol alıyor...

İki gündür İstanbul'un en ünlü casuslarını konuşuyoruz. Bu konuya yine döneriz ama biraz da şu tuhaf olaylara girelim mi? Büyülere, ölülerle ilişkilere ve ayinlere filan?
Esoterik ve okültik ilimlerle başlamaya ne dersin?
Heyecanlı bir film gibi... Gizli ayinlere yolculuk; ı-nı-nın!
Şimdi seni Necromanistlere teslim ederim görürsün...

İyiler mi bari? Çok... Şaka bir yana bir zamanlar İstanbul'da bu konunun çok büyük ustaları vardı. Mesela Lithomancy denen bir dal var. Taşlarla yapılan büyüler ve şifalar demek... Bir de Necromancy var ki son derece ölümcül bir olay. Lithomancy'nin en büyük üstadı Elmas hanım isimli bir Ermeni kadındı. 1955'li yıllarda 80 yaşındaydı.

Hangi taşlar mesela? Kozmik taşlar. Yani gökyüzünden düşen göktaşlarının parçaları.

Nereden buluyordu bunları? Aslında nesilden nesle, ailelerden geleneksel olarak aktarılan taşlar. Mesela jais diye, linyit tipi bir taş var... Bunun kocaman bir parçasını serçe parmağınla kaldırabiliyorsun.
Bunlar büyücülük, üfürükçülük gibi dandik bir şifa şekli olabilir mi? Katiyen... Bu bir bilim. Daha üç ay önce Köln Üniversitesi bu konuda resmi raporlar yayınladı. O taşları kullandığın zaman ruhsal bozuklulukların geçiyor.
Hastalığın ilerlemiyor.

Elmas hanımı anlatsana... Evi Samatya'daydı, Nazlı Ebe Sokak diye bir yerde. Lithomancy'nin üstadıydı kadın. Bir başka taş daha vardı kullandığı, ismi Demonolis. Şeytan taşı... Jais ne kadar hafifse, bunun da mercimek kadarı bile gülle gibi ağırdı. İnsanda son derece tuhaf bir etki yaratıyor. İşte bu taşla büyü yapılıyor. Mesela bildiğimiz amber var.
Tabiat taşı. Amber öğütülüyor, diyelim ki jais ile birlikte amber tozu bir beze sarılıp bekletiliyor. Onların dilinde Amber, 'kozmik taşın yiyeceği', yani gıdası oluyor.
Öğütülmüş amber, 31 gün jais'in yanında duruyor. Sonra o 'taş tozunu' içiyorsun. O zaman bütün kan deveranın değişiyor.

Tıp doktorları karşı çıkacak buna... Bütün bunlar simyanın alt dalları. Hiç aklına gelir miydi; karanfil özünün dünyadaki en güçlü ağrı giderici olduğu!
Morfinden de güçlü. Dişin ağrıyor, karanfil yağını al sür anında geçer.

Necromancy'ye gelirsek... Necro 'siyah' demek. Yani 'kara.' Ölüm de, karanlık bir olay. Ve bu gerçekten çok tehlikeli, çok zor ve çok az yapılan bir büyü şekli.

Haiti'de yapılan woodoo büyüsü gibi bir şey mi? Yani kara büyü mü? Kısmen... Haiti'de, Jamaika'da yapılan woodoo büyüsü de necromancy'den çıkma aslında. Aynı tür yani. Ama burada ayin yok. Divination dedikleri büyü veya törenlerin hazırlanma safhası var. Bu çok zor bir safha, bir iki ayda ancak hazırlanabiliyor. Diyelim bir şahsa kötülük amaçlı büyü yapılacak, bu büyüyü yapan kişi mutlaka kendi hayatını da tehlikeye sokuyor. Çünkü karşı taraftaki insan şayet kötülük yapmamışsa büyü yapanı vuruyor.

Bütün bunlara inanıyor musun? Ben sadece onların bakış açılarını naklediyorum sana. Ama 'yapılırken gördün mü dersen, evet gördüm!' Sovyetlerde bulunduğum dönemde bile gördüm. Orada Djuna isimli çok ünlü bir kadın doktor vardı. Bu kadın hem lithomancy hem necromancy yapmasını biliyordu.

Nasıl hazırlandı mesela? Bir kaç ay sürüyor. Büyü yapılacak insanın vücudundan bir parça alınıyor. Bu, en kolayı olduğu için genellikle saç telleri oluyor.
Tırnak oluyor...

Ben daha çok, İstanbul'da Necromancy olayları var mı onu merak ediyorum! Olmaz mı? İstanbul'da yapılan Necromancy'lerde genellikle tek bir bitki kullanılıyor, bunun adı Mandrake...

Bizim bildiğimiz sihirbaz Mandrake mi? Hani çizgi roman... Abdullah var yardımcısı! Bu onun bitki hali... Çok zor bulunan ve çok değişik bir ot. Mandrake'ye sonraları 'adam otu' demişler. İlginç olanı sadece mezarlıklarda yetişmesi. Küçük bir insan boyunda. Ben 64 santimliğini gördüm. 1 metreye yaklaşanlar varmış. Toprağın altındaki kısmında kolları, başı, bacakları olan bir insan gövdesini andırıyor.
Toprağın üstüne baktığın zaman anlamıyorsun Mandrake bin senedir kullanılıyor. 'Topraktan gelen insan' diye bir zamanlar tapmışlar bile bu ota.
Dolayısıyla insan ruhunu emerek yetiştiğine inanılmış.

Bu ot insan vücudunu, kanını gübre gibi kullanmış olabilir mi? Kim bilir, belki... Mesela mezarlığın sağ ucunda bir tane, ortasında bir tane olabiliyor. Eğer üçüncüyü bulurlarsa orası artık kutsal bölge sayılıyor.

Neden sadece kara büyü demiyoruz? Necromancy ruhlarla kurulan temas aslında. Ölümcül temas da olabilir, senin hayatındaki bilgileri ele geçirmek için de olabilir?

Haydaaa! İstanbul'da eskiden Mandrake otunu topraktan çıkarmak için etrafına büyük bir daire çiziyorlarmış. Yeraltındaki gövdesine hiçbir zarar gelmemesi lazım.
Kazdıkları yere hayvan kanı döküyorlar ve ondan sonra köpekleri getiriyorlar.
Köpek eşeleye eşeleye Mandrake'ye kadar geliyor. Ama köpekler bitki ile temas ettiği zaman ölüyor. Bütün bunlardan sonra ot çıkartılıyor topraktan...

İş gederek heyecanlanıyor... Dinle... Daha sonra Mandrake'yi bir insan ölüsünün üzerine koyuyorlar. Ot, o ölü sayesinde ruhlar alemiyle aracılık yapıyor, iletişim kuruyor... Böylece bitkinin aracılığı ile bir insanın hayatındaki gizleri ortaya çıkarabiliyorlar ya da ölümcül bir büyü yapabiliyorlar.
Bu yöntem bütün dünyada ünlüdür ve 'İstanbul tipi necromancy' diye bilinir.

Bir de bana mumya hikayesi anlatacaktın! Bu olay 2000 sene öncesine eski Mısır'a kadar dayanıyor. 18. yüzyılda ortadan kalkıp, son yıllarda yine ortaya çıkan bir gelenek bu. Son on senedir yine mumya yenmeye başlandı!

Nasıl yani... Mumyaları toz haline getirip, tozları enfiye gibi çekiyorlar, ya da kaşıkla yiyorlar.
Ve bunun afrodizyak etkisi yaptığına inanıyorlar. Eski Mısır'da krallar, ölünün mumya tozunu altın kaşıkla yermiş! Özellikle Fransa'da, zenginler ilginç olmak için yapıyor bunu. Osmanlı döneminde, İstanbul'da da böyle bir vaka olmuş. Bir Fransız Büyükelçisi, Mısır'dan bir tabut getirtiyor ama zaptiyeler yakalıyorlar. "Nedir bu, ne yapıyorsun" diye soruyorlar. Yıl; 1728'ler... Büyükelçinin adamları diyor ki; 'Bu mumyadır, hediye olarak Fransa'ya götüreceğiz!' 'Ölünün hediyesi mi olur' diyerek, bizimkiler alıp gömüyorlar mumyayı. Çok para ediyor çünkü Fransa'da. Satıyorlar bunları.

ÖLÜMCÜL SANAT NECROMANCY
Necromancy esas olarak bir kehanet yöntemidir. Ölüleri çağırarak veya gerçek anlamda kaldırarak yapılır. Necromanc üstadı, yapmak istediği iş için çok önceden hazırlanır. Bazı durumlarda mezarlıkta yatıp, kalkmaya başlar. Bu şekilde yaşayarak, dünya ve canlılardan uzaklaşıp kendisini tam olarak ölüm vibrasyonlarıyla doldurduğuna inanır.

KEFENLERDEN AYİN KIYAFETİ
Necromancy Necromancy ritüelleri için Necromancer ve yardımcıları uzun süre hazırlanır. Cesetlerden soydukları kefenleri giyerler. Bellerine kurukafalar asarlar. Tuz ve benzeri şeylerden, yani koruyucu manyetizmaya sahip olan her şeyden kaçınırlar. Eski Yunan ölüm tanrıçası Hecate'in kutsal hayvanı köpek olduğu için, köpek eti yerler.

CESETLE CİNSEL BİRLEŞME
Merasim ayın 13'üncü günü tercih edilir. Merasim bitip, istenilenler elde edilince ruha mükafat olarak, bir daha aynı şekilde çağırılmaması için ceset yakılır. Necromancy ritüellerinin başka bir şekli de Nercomancer'ın cesetle cinsel birleşmede bulunmasıdır. Bu işlemin ruha hayat vereceğine inanılır.
Gül ve Haç örgütünün başkeni İstanbul
30.09.2010 / Takvim Gazetesi - Arda Uskan

Birçok tarihi binanın cephesinin gizli bir yerinde Gül ve Haç işareti vardır. "Biz burada oturuyoruz" ya da "oturduk" anlamına geliyor o işaretler. Örneğin Teşvikiye'deki karşı karşıya iki büyük bina...
İstanbul'un en büyük gizemleri arasında ünlü gizli örgüt Gül ve Haç Kardeşliği de var. İstersen biraz bu konuya yelken açalım...
Gül ve Haç'ın ortaya çıkması 16. Yüzyıla denk geliyor. Parecelsus adlı birinin öğretilerinden yola çıkılıyor. Simya ilminin en önemli isimlerinden biri bu adam.
Bütün Avrupa'yı dolaşan bir gezgin. 1521 yılında İstanbul'a gelip uzun bir süre kalmış. Onun öğretileri Gül ve Haç'ın doğmasına yol açıyor. Yüzyıllardır olageldiği gibi onlar da Katolik kilisesinin korkusundan yer altındalar! Protestanlar ile Katolikler arasındaki savaşın gizli örgütü bu.
Tabii bunlar Protestan.

Katolik kilisesi neden kıllanıyor? Pek çok nedenden...
Bak, Parecelsus şu sözleri söylüyor ve tarih16. Yüzyıl. Diyor ki, "İnsanoğlu, doğal ebeveynlerine sahip olmadan doğurabilir.
Özel bilgiye sahip bir Alşimist'in (simyacı) marifeti aracılığıyla böylesi yaratıklar dişi organizmalarda geliştirilmeden ve doğmadan ortaya çıkabilirler!"

Adam resmen tüp bebeği tarif etmiş... Yaaa... Kıllanmaz mı Katolik kilisesi?
Modern ekonominin temel taşlarını yaratan düşünceleri de ortaya atmış bu adam. Şöyle diyor, "İnsan tanrının kendisine verdiğini çalışarak öğrenebilir.
Tembel zenginlerin malları elinden alınarak onları çalışmaya zorlansın!" Tabii bu fikirler kilisenin hiç hoşuna gitmiyor.

Onun öğretilerini benimseyen Gül ve Haç örgütü de yer altına sığınıyor anlaşılan. Bir de şu konuya bir açıklık getirelim, insanların kafası karışmasın. Mason'luk ile Gül ve Haç kardeşliği içi içe geçmiş iki örgüt gibi görünüyor. Önce hangisi var? Gül ve Haç 1550'de ortaya çıkıyor.
Masonluk ise 1717'de. Ayrıca Gül ve Haç'ın başkentinin İstanbul'da olduğu kabul ediliyor. Bunu İtalyan bilim adamları ve araştırmacılar ortaya çıkarmışlar. Prof İo Calvo kitabında anlatıyor. 'Gül ve Haç örgütünün başkenti İstanbul' diyor adam.
Yıl; 1910. Malum yakında savaş çıkacak. 'Biz İstanbul'daki merkezi İtalya'ya oradan da Amerika'ya geçirelim' diyorlar. 1912'de İstanbul'dan büyük bir parti belge ve bilgi götürülüyor. İtalya'nın Milano ve Bari şehirlerine. Oradan da Amerika'ya taşıyorlar ellerindeki bütün gizli belgeleri.
1917'ye kadar burası başkent ama 1914'den itibaren sadece merkez olarak kullanılıyor.
Belgelerin hepsi gitmiş durumda.

İstanbul'un Gül ve Haç'ın başkenti olmasının elle tutulur delilleri var mı? Olmaz mı? 1910-1930 tarihleri arasında İstanbul'da yapılan birçok binanın dış cephelerinin gizli bir yerinde mutlaka bir işaret vardır. Bunlar Mason da olabilir, Gül ve Haç da. "Biz burada oturuyoruz", ya da "oturduk" anlamına geliyor o işaretler.
Örneğin Teşvikiye'deki karşı karşıya iki büyük bina...

Onları biliyorum. Biri İzmir Palas, diğeri karşısındaki meslek lisesi binası... Evet. O okul öncesinde konaktı. Kont Bernardini konağı. Teşvikiye otobüs durağının arasındaki büyük yapı. Oraya gidip bakarsanız en üst katta yuvarlak büyük pencereler görürsünüz.
Onlara 'rose window' denir, yani gül penceresi.
Bernardini de Gül ve Haç'ın son üstatlarından biri. Ve bu binanın tam karşısındaki binanın tam tepesinde bir mabet vardır. En üstteki iki katın pencereleri ile alttaki katın pencereleri farklıdır. En üstteki pencereler, Gül ve Haç için de, masonlar için de çok önemli olan ışık ve aydınlık anlamına gelen 'Nur' pencereleridir. Kandil penceresidir yani.
Biçimine dikkatle bakarsanız, mum ışığı şeklindedir. O zamanlarda bunları bilmeyen tabii anlamıyordu ama bilen birisi bakıp gördüğü zaman "bizden birilerinin bulunduğu" yer diyordu.

Mutlaka Teşvikiye'den başka yerlerde de vardır! Var tabii. Bu insanlar bu binalarda1930'lara kadar kalıyorlar. Ama daha öncesinde Gül ve Haç'ın Galata'da bir yeri var. Teşvikiye'deki yerde üstatlar toplanıyor, Galata'daki yerler ise arşiv binaları. Yoksulların bakıldığı yerler var mesela buralarda. Kont Bernarditi 1877'den itibaren bu konakta Gül ve Haç'ın en büyük üstadı olarak yaşıyor.
İstanbul dünya başkenti olduğu için...

O konak deyim yerindeyse Gül ve Haç'ın Beyaz Sarayı oluyor... Bravo... Evet White House diyebiliriz. O dönemde Protestan Avrupalılar var İstanbul'da. Anglikan kilisesinin Protestan kanadına mensup olan Alman, İngiliz ve İsveçliler mesela. Bunların İstanbul'da aldığı çok önemli kararlar var. Bunların başında da, 'Rusya'daki Yahudilerin, Filistin'e göç ettirilmesi projesi' bulunuyor.
Bu proje ilk defa 1824 yılında Rus masonları tarafında hazırlanmış.

Daha İsrail'in 'İ'si yokken... Hiç bir şey yok ortada. Sadece Yahudilerden kurtulmak istiyorlar. 'Osmanlı'ya ait olan Filistin topraklarına göndermek çok başarılı bir siyasi hareket olur' inancındalar. Hatta siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, "Bizim aklımızda böyle bir şey yoktu, ben Yahudilere, Arjantin'de pampalarda boş bir alanda yer ayrılmasını istiyordum" diyor. Anlayacağın Filistin'e göndererek adamların başını zorla belaya sokmuşlar.

Gül ve Haç'ın İsveçli, Danimarkalı üyeleri hep buradaydı diyorsun o yıllar... Danimarkalılar özellikle. Bu arada o döneme ait, günümüze kadar gelen bir sözcük vardır; 'Daniska' deriz. 1910'lu yıllarda İstanbul'da yaşayan çok fazla sayıda Rus ve Danimarkalı var. Sözcük Danska'dan geliyor. Danimarkalı demek.
O zaman Danimarkalı kadınlar var, bugün nasıl Nataşa diyorsak Rus kadınlarına, o dönemde de en mahir kadınlar Danimarkalı hanımlar kabul ediliyor!

Gül ve Haç'ın, başkent olarak İstanbul'u seçmesinin nedeni ne? Yaptıkları araştırmalara göre İstanbul şehrinin üzerinde, gökyüzünde kesişen enerji akımları var. Bunlara radyo akımları deniyor. Dünyanın etrafındaki bu radyo dalgalarıyla 'insan temas kurabilirse bilincin çok yükseğe çıktığına' inanıyorlar.
Dünyada böyle yedi bölge var ve bunlardan biri İstanbul'da. Burada yapılan törenlerde amaç, dünyanın etrafındaki görünmeyen ama kaplayan o enerji dalgalarıyla bütünleşmeyi sağlayabilmek.
1919'dan itibaren aslen Gürcü olan Gurdgieff diye bir adam yönetiyor İstanbul'daki Gül ve Haç'ı. Rusya'dan kaçıp gelmiş, Stalin ile aynı köyden.
Gurdgieff önce Kars'a sonra İstanbul'a geliyor. Bu adam İslami Rufai ve Hurufi tarikatları tarafından yetiştirilmiş bir adam. Bu iki tarikat, İslam'daki okült tarikatları. Gurdgieff, tarikatın öğretilerini en iyi bilen adam.

Gurdgieff efendi nereyi mesken tutuyor? Taksim Sıraselviler'de bir yer tutuyor kendine ve orada müritler ediniyor. Ortodoks asıllı tarikat şeyhi oluyor. Bunlar Gül ve Haç'ın buradaki temsilcileri oluyorlar. Sonra Paris'e gidiyorlar ve Fontain Bleu diye bir enstitü kuruyorlar. Bu enstitü bugün de var, Gurgdieff ismiyle. Bugün ruhsal terapi ile uğraşan çok ünlü bir sağlık merkezi.

Burada ilişkisi olduğu Türkler yok mu? Olmaz mı? Bir tanesi çok ilginçtir. Dr. Rıza Nur diye, aslında hayli ilginç bir adamdı. Hatıratı da yayınlanmıştı. Rıza bey aynı zamanda Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa ile birlikte Türkiye'yi temsil eden heyetin ikinci başkanı. Ve Bu Gurdgieff ile de bağlantılı. Fikri bir yakınlıkları var. Rıza Nur ve Gurdgieff'in hayatını inceleyen bizim bir hocamız vardı.
Cavit Orhan Tütengil...

Suikasta kurban gitti sonra.
Tabii. Dinle... Tütengil, Cumhuriyet gazetesinde Gurdgieff ve Rıza Nur bağlantısı diye bir yazı yazdı ve bir süre sonra da öldürüldü. Cavit hocanın solculukla- sağcılıkla fazla ilgisi yoktu. Atatürkçü bir adamdı.

Sen öldürülmesini buraya mı bağlıyorsun? Hayır bağlamıyorum. Ben sadece olayları anlatıyorum, kim ne isterse o sonucu çıkarsın.

Ben nasıl bir sonuç çıkartmalıyım? Cavit hoca İngiltere'de Rıza Nur ile ilgili bazı belgeleri incelerken, Gurdgieff ile bağlantısını bulmuş. Rıza Nur dengesiz, deli bir adam olarak biliniyor. Mesela hatıralarında diyor ki, "Benim karım bir fahişedir, beni defalarca aldatmıştır, sahtekar aşağılık bir kadındır, maalesef ben buna düştüm!" Bunları diyebilen bir adam. Ama dengesiz olduğu için bazen ak derken kara da diyebiliyor. Ayrıca Gurdgieff'in öğretileri de ruhsal dengeyi bozabilecek öğretiler. Son derece karmaşık, kafayı karıştıran şeyler. Tütengil tesadüfen rastlıyor bu işe ve o yazıyı yazıyor.

Bir Atatürk sevdalısı: Cavit Orhan Tütengil
Bilim adamı, eğitimci, yazar. Tarsus'ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve İktisat fakültelerini bitirdi.
1944-1953 arasında öğretmenlik yaptı. Arkadaşları ile Değirmen ve Çizgi adlı dergileri çıkardı. 1960'ta doçent oldu. Rıza Nur'un elyazması kitaplarını ve Ziya Gökalp'in Londra'da yayınlanan 'ilk' yazısını bularak kamuoyuna tanıttı. 1970'te profesörlüğe yükseldi. 7 Aralık 1979'da silahlı saldırıya uğrayarak yaşamını yitirdi. Hayatı boyunca insanlara, batılılaşmanın ideolojik boyutu olarak Atatürkçülüğü önerdi.

Yakın tarihten ilginç bir kişilik: Dr. Rıza Nur
TBMM'de iki dönem Sinop milletvekili olarak yer aldı. Atatürk'ün Lozan'a yolladığı devlet adamlarından biridir. Eğitim Bakanlığı yaptı. 1920'de Sovyetler Birliği ile dostluk ve yardım antlaşması yapmak üzere gönderilen heyete delege olarak katıldı. Çiçerin ve Stalin'le görüştü. Hükümet adına Moskova anlaşmasını Ali Fuat'la birlikte imzaladı. Sakarya savaşına doktor olarak fiilen katıldı. 14 ciltlik Türk Tarihi'ni yazdı. 'İzmir suikastine karışanların idam edilmeleri ve bunların kendisi gibi muhalif olması sebebiyle' yurdu terk etti. Paris'e yerleşti.. Atatürk'ün vefatından sonra Türkiye'ye dönen Rıza Nur, 8 Eylül 1942 yılında ölene kadar Taksim'de bir evde yaşadı.
TÜRKİYE'Yİ YÖNETEN GÜL VE HAÇ ŞÖVALYELERİ
01.10.2010 / Takvim Gazetesi - Arda Uskan

Fahrettin Kerim Gökay'dan İhsan Sabri Çağlayangil'e kadar pekçok Gül ve Haç Şövalyesi ve mason, Manevi Cihazlanma Derneği adlı örgütü kurup Türkiye'nin kaderinde rol oynamışlardı.
Yıllardır Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri konusunda çok önemli ve ilginç iddialarda bulunuyorsun. Kısaca özetlemek gerekirse Avrupa Birliği'nin kökeninde aslında sadece Hristiyanlık değil gnostik-okültik ve masonik bir yapılanma olduğunu söylüyorsun! Yani kabaca söylersek mason ağırlıklı...
Dinle de karar ver.. Bugünkü Avrupa Birliği'ni kuran Almanya ve Fransa, biliyorsun II. Dünya Savaşı sonrasında düşman kardeşlerdi. Onları yan yana getiren, barıştıran ve AB'nin temellerini atan da böyle bir örgüttür. Adı; Moral Rearmament... Kısaca MRA yani.

Sorması ayıp ama ne demek bu?
Manevi Cihazlanma... Aynı Türkçe isimle İstanbul'da da faaliyet göstermişlerdi...

Avrupa Birliği ile bağlantısı ne?
Örgütün kurucusu Amerikalı Lüteryan papazı Frank Bushman'dı. Bu örgü, ilk önce 1929'da I. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere'de, 'Oxford Grubu' adıyla kurulmuştu. Daha sonra II. Dünya Savaşı patladı. Bunlar savaş yıllarında Almanya'da bazı Hitler karşıtı Nazilerle çok gizli ilişkiler kurmuşlar. Nazi askerleri de MRA üyesiydi, tabii bazıları. Bunlardan Von Tott diye biri, Hitler'e düzenlediği başarısız bir suikast sonunda idam edilmişti. Savaştan sonra Almanya ve Fransa'yı barıştırmak isteyen bu örgüt olmuştur.

Bu barıştırma Avrupa Birliği'ne mi yol açtı diyorsun?
Dahasını söylüyorum. Örgütün ana felsefesi perde arkasında kalmaktı. Avrupa Birliği'nin temelleri, 1950'li yıllarda örgütün İsviçre'nin Caux kentindeki şatosunda atıldı. Bu gizli toplantıya Almanya ve Fransa tarafından çok önemli devlet adamları katılmıştı. İşin ilginci bunların ikisinin, bu iki ülkenin başbakanı olacaklarının daha önceden bilinmesi ve gerçekten de onlar seçildi.

Kimdi onlar?
Bildiğin isimler... Biri genç François Mitterand. Diğeri ise, sonradan Alman devlet başkanı olacak olan Konrad Adenauer. Fransız tarafına da, daha sonra Avrupa Birliği'nin manevi babası bayılan Robert Schuman ve AB'nin baş mimarı olarak bilinen Jean Monnet başkanlık ediyordu. Biliyorsun Mitterand, başbakan olduktan sonra AB ruhunu yaymaya çalıştı.

Peki bu adamlar, Mitterand ve Adenauer'ın daha sonra devletin başına geçeceklerini neye dayanarak öngörüyorlar ve buradaki hesap ne?
İşte işin bağlantı noktası da burada... Her ikisi de Gül ve Haç bağlantılı Mason localarının üyeleri! Fikir babası Robert Schuman da öyle... Güçlerini düşünebiliyor musun? AB aslında, Kilise Hristiyanlığı birliği değil, Gnostik-Masonik Hristiyanlığı Birliği... Robert Schuman o toplantıda, Fransa-Almanya kömür ve çelik ortaklığının kurulmasını önermiş. Böylece Ortak Pazar'ın da fikir babası olmuş.

Bu masonikgnostik örgütün Türkiye ayağına gelirsek, bildiğimiz isimler var mı?
Olmaz mı? Derneğin kurucularından biri, eski İstanbul Valisi Prof. Fahrettin Kerim Gökay mesela.

Gökay mı? 'Mini mini valimiz ne olacak halimiz' diye tekerlemelere konu olmuştu...
Kısacık boyu var ama müthiş bir adam. Elinin uzanmadığı yer yok... Örgütün ismini de aynen almışlar; Manevi Cihazlanma. Beyoğlu Asmalımescit Sokağı'nda bir apartmanın üst katında faaliyet gösteriyorlardı.

Fahrettin Kerim de masondu değil mi?
Hem de 33. dereceden. Derneğin en gizli ve özel toplantıları onun Kadıköy, Göztepe'deki köşkünde yapılırdı. Derneğin tüm üyeleri masondu ve hepsi de aynı zamanda Circle d' Orient (Büyük Kulüp) üyeleriydi...

Peki bunların ne tür faaliyetleri olmuştu?
1960'daki 27 Mayıs askeri darbesinden önce Adnan Menderes hükümetine ilginç bir proje götürmüşlerdi. Projeye göre, İstanbul 'Dünya Dinler Başkenti' yapılacaktı. Fener Patrikhanesi'ni de, Vatikan gibi ayrı bir devlet yapmayı önermişlerdi.

Uçmuşlar abi bunlar!
Devamı da var... Kariye Camii, bir çeşit Hilafet merkezi haline getirilecek, Ayasofya'da da Ortodoks ibadetine açılacaktı...

Menderes idam edildikten sonra her şey rafa kalktı herhalde! Ya da mantıksız bulundu.
Bunlar gerçekleşmedi ama 1963'den sonra örgüt, 'Dünya dinler arası diyalog ve hoşgörü' toplantılarına resmen başladı.

Son yıllarda da buna benzer şeyler moda oldu...
Evet, işte 'Üç dinbirliği' yani 'İbrani dinler' denen proje ilk kez bu mason derneği tarafından ortaya atılmıştır.

Manevi Cihazlanma'nın başka baba isimleri kimlerdi?
Türkiye tarihinde çok önemli rol oynayan ama adı az bilinen Prof. Hazım Atıf Kuyucak vardı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a en yakın isimlerden biriydi ve masonların en etkili locası olan Nur Loca'sının Maşrık-ı Azamı'ydı. Türkiye'nin bütün petrol tasarımları ve anlaşmalarından sorumluydu. Aynı zamanda 1964 yılına kadar da Gül ve Haç kardeşliği örgütünün başkanlığını yürütmüştü. Ünlü Bilderberg toplantılarının, 1959'da İstanbul'da yapılan gizli oturumunda Türkiye'yi o temsil etmişti.

O zaman örgütün toplantıları da Teşvikiye'deki Gül ve Haç binasında, yani İzmir Palas'ta mı yapılıyordu?
Bir kısmı orada, bir kısmı İzmir'de. 1964 yılında Gül ve Haç şövalyeliğine yeni bir isim getirildi; 17. dereceden mason olan Cemal Birik. Birik'i önce 17. dereceden hemen Tapınak Şövalyeliğine, oradan da 33. dereceye atlatıp Gül ve Haç şövalyesi tayin eden, yukarıda sözünü ettiğimiz işte bu Profesör Kuyucak. Ve yanında da çok ilginç bir isim; Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı vekili İhsan Sabri Çağlayangil olmuştur.

O da sıkı masonmuş değil mi?
Çok enteresan bir adamdı. 33. derecedeki mason siyasetçilerden biriydi. Aynı zamanda istihbaratçıydı. 'Manevi Cihazlanma' teşkilatının Türkiye'deki en güçlü isimlerinden biriydi. Biliyorsun bir ara Humeyni Türkiye'ye geldi ve Bursa'da zorunlu oturmaya tabii tutuldu. Ayetullah Humeyni ile ilgili gizli bilgilerin hepsi onda toplanıyordu.

Bir de Karaköy'de Ziraat Bankası üzerindeki mason heykellerinin hikayesini dinleyelim senden!
Ziraat Bankası'nın kurucusu Mithat Paşa da büyük mason üstadı. Bankacılık da para alışverişi demek. Bu, mason prensiplerine çok uygundur. Çünkü tarihte bankacılık dediğimiz zaman görürüz ki hadise 11. yüzyıldan itibaren şövalye tarikatları tarafından keşfedilmiş bir para alış veriş yöntemi. Bu adamlar Kudüs'e hacca gidiyorlar atlar üzerinde, tabii yolda hırsızı uğursuzu var...

Kim bu Kudüs yolcuları?
Dönemin Tapınak Şövalyeleri. Hacca gidecekler atlar üzerinde. Yolda malum eşkıyalar var. Adam gitmeden önce İtalya'da birine 500 altın veriyor, 'ben bu parayı Kudüs'ten alayım' diyor. Bir kağıt veriyorlar. İlk kredi kartı kullanımı buradan çıkıyor. Yolda beş kuruş yok üzerinde. Ama elindeki kağıtla, yolda her türlü alışverişini yapıyor. Yolculuk edebiliyor.

Bugün takside geçmiyor, o atlıdeveli dönemde geçiyormuş demek...
Geçmez mi? Sonra kağıdı Kudüs'teki adama götürüyor. Kaç para harcadıysa hesaptan düşüyorlar, kalan parasını alıyor.

Mithat Paşa'ya dönelim mi?
Mithat Paşa'ya... Mason olduğu için o binanın üzerine yaptırdığı heykellere 'dul kadın kesesi' deniyor. Diyelim ki bir mason öldü. Karısı, çocukları güç durumda kaldılar. Bütün masonlar para toplamak için bir kase dolaştırıyorlar aralarında. Toplanan parayı kadına veriyorlar. İşte bunun adı 'dul kadın kesesi.' Mithat Paşa da bunun sembolü olan heykelleri, Ziraat Bankası'nın üzerine diktirmiş. Bu arada altını çizelim, yine yer yerinden oynamasın; Mithat Paşa, Gül ve Haç üyesi değil, sadece mason.

TÜRKİYE'YE YÖN VEREN 'ŞÖVALYELER'
SON yüzyılın Türkiye'sine damgasını vurmuş olan siyasilerin en elit çekirdeği, hep mason ve Gül ve Haç şövalyesi unvanlı kişilerdi. İlk 20 kişiyi sayalım: Prens Halim Paşa, Prens Aziz Hasan Paşa, Yargıtay Başkanı Fuat Hulusi Demirelli, Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Hazım Atıf Kuyucak, DP Milletvekili ve Manevi Cihazlanma Derneği Başkanı Dr. Ekrem Tok, Mukbil Gökdoğan, Prof. Sahir Erman, Dr. Enver Necdet Egeran, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, İstanbul Valisi Prof. Fahrettin Kerim Gökay, Meclis Başkanı Kazım Özalp, Celal Bayar, Ali Kemren, Şeyh Ataullah Efendi, Amiral Mehmet Ali Paşa, Servet Yesari, Başvekil Hasan Saka, Devlet Şurası Başkanı Mustafa Reşit Mimaroğlu, Muhip Nihat Kuran.

'VER BİR FAHRETTİN KERİM..'
1900'de Eskişehir'de doğan Fahrettin Kerim Gökay, İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Münih, Hamburg ve Viyana'da uzmanlık eğitimi gördü. 1933'te profesör, 1942'de ise ordinaryus profesör oldu. 1949'da CHP iktidarınca İstanbul Valiliği ve Belediye Başkanlığına getirilen Gökay bu görevini 1957'ye değin, yani DP iktidarı döneminde de sürdürdü. Bern büyükelçiliği (1957-1960), YTP İstanbul milletvekilliği (1961- 1965), Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı (1963) görevlerinde bulundu. Gökay, İstanbul'a klakson yasağı getirdi. Beyoğlu'nda sarhoşları toplayarak Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne yatırdı. Bu yönüyle Gökay mizaha da bolca malzeme olmuş, o dönemde küçük rakı isteyenler bunu "Ver Bir Fahrettin Kerim" diye dile getirir olmuştu. Küçük rakı - Gökay benzetmesi onun kısa boylu olmasından kaynaklanıyordu. Ve halk tarafından çok sevilirdi.