Thursday, November 7, 2013

YALÇIN KÜÇÜK/ Muhteşem Süleyman'dan kalma İstanbul'da bir Yahudi hanedan

YALÇIN KÜÇÜK/ Muhteşem Süleyman'dan kalma İstanbul'da bir Yahudi hanedan

PDFYazdır
yalcinkucuk
Bu zindanda mevcut "Who's who in Jewish history" Joseph Nasi girişine "statesman in Turkey" açıklamasıyla başlıyor. Kanuni döneminde, İstanbul'da ve Avrupa'da en mühim tüccar-devlet adamlarından biriydi diyebiliriz ve Muhteşem'in yerine Selim'i çıkaran da o'dur. Moise Franco'nun pek güvenilir çalışmasında, 1897, yer alıyor, sa présence aux séances du Divan imperial, Prens Nasi'nin, not edebilirim "Nasi", İbrani "prens" anlamındadır, Divan-ı Hümayun'a katıldığını haber veriyor ki bu, Fransa ile siyasi meseleler yaratmıştır, öğreniyoruz. Pek önemli olduğunu tekrar anlıyoruz ve ilaveten, Dursteler'in yeni yayımlanan kitabında da var, o tarihlerde Venedik'in gettolarını anlatan bir kitapçe, "Joao Miches, Giovanni Miguez, Joseph Nasi, Nakça Dükü, dört ad ve bir adamın sahip olduğu kimlikler" cümleciğine yer veriyor, şaşırmış haldedir. Şimdilerde olsa, kimliklere bakıp, terörist ya da ajan diyebiliriz ve pour quoi pas, neden olmasın demek durumundayız. İşte bu Nasi, Süleyman'ın de facto dış işleri nazırı ve şimdi adını pek ünlü bir eğlence yerine verdiğimiz eşi Reyna ile birlikte, bir modern mezar taşında karşımıza çıkıyorlar. El atmak zorunda hissediyorum.
Dinden dine
Artık kültürlü anglofonlar biliyorlar, New York Times'da, "I am Mizrahi" ibaresine rastlarsak şaşırmıyoruz, aslı İbrani olup, tam karşılığı "Doğulu" olmaktadır. "Kenani", Israel ülkesi anlamına da sahip, bu nedenle "Kenan Doğulu" üzerinden akılda tutabiliriz. "Iraklı" ve "Yahudi" anlamları da var. Bu durumda mezar taşında anlatılan ailenin "buralı" olduğundan kuşku duymuyoruz. "Nasi" de çok eski bir seferad adıdır, İberik Yarım Adası'ndan geldiler ve Yusuf Nasi ile çok güçlü ve zengin halası Dona Garcia Mendes, Portekiz'den göçtüler. Orada, önce marrano olmuşlardı, "yeni Hıristiyan", zorla katolikliğe geçenlere bu adı veriyoruz.
Nasi Hanedanı
Cecil Roth'u önemli bir marrano tarihçisi sayabiliyoruz, kitaplarından "The House of Nasi", Nasi Hanedanı, hatırlatılmaya değer; birincisi, 1947, "Dona Garcia" ve ikincisi, 1948, "Duke of Naxos" önemlidirler. Tabi Hanedan'ın önemine de işaret etmiş oluyoruz; yerli kaynaklarda "Nakşa Dükü" olarak geçmektedir. Güzel, Yusuf Besalel, "Osmanlı ve Türk Yahudileri" çalışmasında, Yusuf'u Selim'in dük yaptığını kaydediyor. Aslında "Sarı Selim" ya da "Yahudi Selim" lakapları da olan bu Selim, Kıbrıs'ı, Nasi'ye hediye etmek için zaptını buyurmuştu, zaptı olmasa da, ihsan edilmesini Sokullu Mehmet önlemiştir. Orası Yahudiler'e "yurt" olacaktı; Nakşa Dükalığı teselli hediyesidir. Topraklarımızın tarihinde hep Yahudiler'e yurt edilmeleri projeleri vardı, gizlidirler ve ben de zaman zaman ifşa ediyorum.
Büyük yalanlar
Bu vesile ile ve tekraren tarihimizin "büyük yalanlarını" not etmek istiyorum. Bir, İspanya'dan kovulan Yahudiler'e sadece bizlerin kapı açtığı uydurmadır. Her yere gittiler, biz de aldık, Süleyman hamileri oldu. Garcia, Venedik'te bir "Hıristiyan" idi, kız kardeşi gizlice Yahudi olduğunu duyurdu, hapse attılar, yakarlar. Süleyman imdatlarına yetişti, Dona Garcia İstanbul'da tekrar Yahudiliğe geçti. Süleyman'ın Yahudiler'in tarifince "muhteşem" sayılmasının sebepleri çoktur ve bu da önemlidir. Tarihimiz işte budur.
İki, Sokullu haklıdır, Kıbrıs'ın Venedikliler'den alınması hata idi, arkasından İnebahtı, Leoponte, geldi ve Osmanlı'da sonun başlangıcı sayabiliriz. Üç, bu sırada Kanuni'nin kapitülasyon ilanı ne tesadüf ve ne ihsan idi; Yahudiler'in dağılmasıyla marrano'lar merkantilizm dönemini açtılar, müthiş bir ticaret çarkı başladı. Nasi en büyükleridir, hem Türkiye'de varlar ve hem de gelip-gidiyorlar, Osmanlı bir tür ve sınırlı "serbest" bölge oluyordu. Biz istedik ve daha sonra Amsterdam'a kaçtılar. Peki Sabetay Sevi'yi buna karşı mı tertip ettik; tabii "şeytanca" bir düşüncedir.
Biraz Yahudi, biraz Müslüman
Ama kalanlar kaldılar ve burayı da "yurt" bildiler. Şimdi şunları söylüyoruz, "marrano'lar", dışarda Hıristiyan, evde Yahudi; böyle söylüyoruz, ancak pek de öyle değiller. Bunu sabetayistlerde de yapıyoruz, yolda Müslüman, evde Yahudi; bu şema da güzel, ancak pek gerçekçi olduğunu düşünemiyorum. İki düzeltme gerekebiliyor, birincisi, "biraz Yahudi, biraz Müslüman" olmaları daha güçlü bir ihtimaldir. İkincisi, hem marranizmde ve hem sabetayizmde güçlü bir laisizm damarı olmalıdır. Ve "vardı" diyebiliyoruz; peki, "neden kalmadı", burada bırakıyorum. Bu bilgiççe soru ile şimdi vakit kaybetmek istemiyorum.
***
Mezar taşı, çok saçılmış bir aileye işaret etmektedir. Peki, on altıncı yüzyıldan mı geliyorlar; muhtemel. Peki ve güzel, burada da iki ekleme yapabiliriz; birincisi, bu o kadar önemli değil ve ikincisi, ortaklık çağrıştıran isimlere yöneliş tespit ediyoruz ki normaldir.
Akepe & Likud
Hep tekrarladığım bir tespitimi hatırlatmak istiyorum; "sabetayistler olmasaydı biz bu ülkeyi kurtaramaz ve Cumhuriyet'i kuramazdık", tabii yapardık ancak zorlanırdık, bunu söylemek istiyorum. Devamı ise şudur; bugün yobazizm çukurunda isek, bunda sabetayistlerin sapmaları önemli olmuştur, saptılar. Ne demek, İshak Alaton'u "model" sayabiliriz, çok zengin, biliyoruz, yakın zamanlara kadar pek önde "sosyal demokrat" idi ve şimdi nerede ise islamik şeriatın bayrak taşıyıcısıdır. Peki, 1977 yılından itibaren Israel'de, adı İbrani "Ergun" olan, "Örgüt" veya "Teşkilat", Yahudi şeriatını savunan, "sosyal demokrasi" ile laisizmi reddeden, Menachem Begin'den Netanyahu'ya Likud Partisi'nin iktidarı var ve buna bağlayabiliyoruz.
Akepe, Likud modeline uygun kurulmuştur, Israel'in ikizidir. Erdoğan'ın çapuling Marmara Filosu'na kadar el ele idiler.
Tabii Alaton sabetayist değil, doğrudan Yahudi'dir, biliyorum ve model olarak alıyorum. Çekici görevine işaret etmek istiyorum ve dönmeler, döndüler.
31 Mart'ın ordusu
Topçu Kışlası'na, Taksim ve Gezi'ye gelmiş oluyorum. "31 Mart" nedir, işte budur; Erdoğan'ın burayı tekrar kışla yapmak istemesi semboliktir ve 31 Mart Gerici Ayaklanması'na bir işaret durumundadır. Çok açık not etmek zorundayız, benim kitaplarım dışında pek yoktur; bu gerici isyanda ordu vardır ve oradaki kışladan çıktılar. Peki sonra, Selanik'ten gelen Hareket Ordusu ile sokak sokak, tam teşkilatlı bir iç savaşla bastırıldılar. "Telef oldular" da diyoruz.
Gönüllü ordusu idi, hareket ordusuydu, tam sayıyı bilemiyoruz, 800-900, verilen rakamlardır, Yahudi vardı ve yobazları kırdılar. Sabetayistleri söylemiyorum, bilemeyiz ve çoktular. 31 Mart'ta gericileri kıranlar, Yahudiler ve sabetayistlerdi, tabii biz de oradaydık.
Arendt & Aren & Beren
Teşkilat sözcüğünden söz ettim, İbrani karşılığı da "Elif" ile başıyor ve "İ" veya "E" okuyabiliyoruz, "Irgun" ya da "Ergun" olmaktadır. İbrani, Irgun Zvai Leumi, Askeri Teşkilat anlamındadır ve İzel ve Ezel, şarkıcı ve rejisör biliyoruz, Yahudi değiller. Sabetayist olabilirler, bir sakıncasını göremiyoruz. Bir sakıncası var, "Ezel" biz Türkler'e karşı bir suikast ve casusluk örgütü idi; duygusal yanım ateşleniveriyor.
Mizrahi ismi üzerinde durmuştum. "Beren" adını da yanına koyabilirim, aslı "Berendt", daha çok Macar Yahudileri'nde görüyoruz, Hannah Arendt'in adını hatırlatıyorum, tanınmış filozof, ancak "dt" hoş değil, düşünüyoruz ve "Aren" oluyor, kullandığımız isimlerdendir. Beren'i de böyle buluyorum.
İsimle yükseliş
Dizilerde, sinemalarda, pop müzikte çokturlar; yetenek, ses ve güzellik artık aşağıdadır. İsme bakarak yükseltme kolay ve çok olmaktadır. Üniversitede ve diplomaside ise fazla, bunu da not etmiş oluyorum. Böylece, bir mezar taşından çıkarak açıldığım bilimsel serüvenin sonlarına yaklaşmış oluyorum. Bazı isimler, "Beren güzelliğinin beş para etmez, sende bu isim olmasa", anahtardır ve açarlar, yükseltirler. Sende bu isim varsa, bulurlar.
***
İşte "bittiii" ancak kulağımda çınlama, devr-i Recep'te, "Recep" islamda kutsaldır, "azaldı, değil mi", bu soru çınlıyor. Hayır hayır artmıştır, akepe'de çokturlar ve uçurulanlar ise mukayese dışındadır.
Dışişleri mi demiştim, "Davutoğlu", Davut'tur ve Yahudilik'te "Karay" kolunu kuran Davut bin Annan idi ve geçiyorum. Şunu söyleyebilirim, biz Vatikan'a "adı güzel" seçeriz, İbrani "Şem Tov" diyoruz ve devr-i akepe'de Kenan Gürsoy'u bulduk, gönderdik, şaşmayız. "Gur", Tevrat'ta vardır, "Kenan" yanımızdadır ve dedesi, Rüfai Tarikatı'nın kurucusu Kenan Rıfai olmakla maruftur. Ve Alyans Israelit Universal'de okumuştur, biz Alyans Israelit'te okuyanları İbrani sayıyoruz. Bilimimiz buna işaret etmektedir.
İsim yasaları
Pek güzel, şu anda Ahim'de temsilcimiz Işıl Eser Hanım olup, akepe sevkiyatındandır. Peki kimdir, Profesör Eser Karakaş'ın eşidirler, militan akepe övücüsü idi, değişiyor, işaret ettim. Ama kimdir, "Karakaş", sabetayizmin en ortodoks koludur ve adı "Aşer" idi, İbrani, biz "şalom" demeyiz, aynı sözcük, "selam" diyoruz, "Canaan" yazıyor, in English ve "Kenan" söylüyoruz, â için "aa" şarttır. İşte Ahim'deki yargıcımız budur ve çıkardığım yasalara pek uygundur.
Değişim işaretleri
Tamam ama diyemiyorum, itiraz sesleri duyuyorum, "kayırma, kayırma" diyorlar, ya önceki; itiraz ve soru yerindedir. Önceki yargıcımız da şeytani kanunlara uymaktadır, yalnız Rıza Türmen asıl "Aydın Doğan Partisi" mensubudur. Aydın Bey, hem yazar ve hem de milletvekili yaptı ve sözünden çıkmaz, öyle biliyoruz. Son yazıları da Aydın Doğan'dan mülhem, bizleri özellikle Sedat Ergin ve müteveffa Mehmet Ali Birand ile Silivri'ye gönderen Aydın Doğan bir patlamadan korkmaya başladılar. Seviniyorum ve Sulhi Dönmezer'i hatırlıyorum, "dönme, dönmez" demiyorum; Türmen Üstadımızın dönüşlerinden hayli memnun oluyorum. Devamını, tabii bir daha dönmeden, bekliyorum. Bu arada, "Selam Olsun Gezi Direnişi'ne" bağırmayı unutmuyorum.
Kutluyorum, tam zamanlıdır, Avrupa Birliği Komisyonu'nun son raporunda, Türmen gazetesi Milliyet'te, gazeteci B. Karakaş hanım, "Türk Ceza Kanunun silahlı örgüt üyeliği suçunu düzenleyen 314. maddesinde değişikliğe gidilmemesi eleştirilirken, bu madde nedeniyle çok sayıda akademisyen, öğrenci ve aktivistin cezaevinde bulunduğuna değinildi" demektedir. Pek güzel, Silivri ve KCK hapislilerine, tahliye hayalleri kurma zamanı gelmektedir; Türmen'de tam bir senkronizasyon teşhis edebiliyoruz. Ayrıca dönme zamanı mükemmeldir. Öyleyse, bu durumda, "dönme ise, bir dönme yeterlidir", diyorum.
Aydın Doğan Partisi
Güzel ve sonu gelmez son noktalardan birisi de şudur: "Aydın Doğan Partisi" demiştim, kastım, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Aydın Doğan'ın taşeronu olduğudur. Milletvekillerinin bir kısmına ilaveten, İstanbul belediye başkanlığı adayı işine de el atmış bulunuyor. Yeni değil, bir süre önce, pek yakışıklı gazeteci arkadaşımız Merdan Yanardağ'ın Yurt'undan söz ederken haberini vermiştim. Şimdi vereceğim haber ise şudur; yakın zaman önce "Karabulut" olan taşeron parti başkanı Kılıçdaroğlu, "Karay" mı, "Seyit" mi, ben de buna el atıyorum. Yakında ve bakarız.
Nadir soyadı
Prens Nasi'nin ne kadar çok adı vardı, eşi ve Osmanlı Yahudileri'nin koruyucusu Reyna'nın da az değildir; ancak bir seçme yapabilirim. Catherina ile başlıyorum, Reyna, Reina, duruyorum. "Pure" demektir, "saf" ve ne tesadüf, Muhammed Peygamber'in eşlerinden birinin adı da "Safiye" idi, hep biliyoruz. Bilmediklerimiz ise Safiye'nin aslen Yahudi olduğudur, Yahudi adı "Zeynep" ve yine tesadüf, Medine'nin en büyük Yahudi Kabilesi Nadir'dendir. Esir aldık, pek güzeldi, cariye yaptık, annesini babasını öldürdük, kalanları sürdük. Karabulut Kemal'in damadının ve tabii sevgili torunu Duru'nun da soyadı Nadir'dir. Güzel, izindeyim ve takip ediyorum. Şimdi "Medine Savaşı" üzerindeyim. Nadir'ler Ankara'ya hangi yoldan geldiler, arkalarındayım. Bulurum.
Modernizm kapısı
Biz "Moiz" diyoruz, Fransızca "Moise", M. Franco, bir büyük lütuf olarak, qui était une grande faveur, Nasi'ye, Frangki Bey rütbesini verdiğini de açıklıyor, "Frenk", Avrupalı diyorduk. Ne günler, islami, yakasız, fistanı atmıştık, kemalist "Frenk" gömleği almıştık. Modernizme dönmüştük, şimdi bir daha döndük, henüz yakaları çıkartmadık, kıravatı fırlattık. Ama seziyorum, görüyorum, bir daha dönüyoruz, uçları var. Ve ne hoş, Karabulut Kemal kıravatsız olacak ve öyle "fırlatacağız" demek istiyorum.

Türkiye’de Kim Nasıl Zengin Oldu? / Sait Yilmaz

Türkiye’de Kim Nasıl Zengin Oldu?

30 Eylül 2013, 22:20

Türkiye’de Kim Nasıl Zengin Oldu?
Doç. Dr. Sait Yılmaz
1914’deki Rum ve 1915’deki Ermeni tehciri ile Anadolu’daki belli başlı aileler yabancılardan kalan mülke kolay yoldan konmuşlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki özel sermaye, dönme ya da Selanik’den göç edenler (Bezmen, Titiz, Yalman vb.) tarafından oluşturuldu. Sonraları Türkiye'de öne çıkan büyük sermaye gruplarının bazılarının köken¬leri Cumhuriyetin ilk yıllarına dek uzanmaktadır. İş Bankası bu dönemde en hızlı gelişimi sergilemiş ve sonraki dönemlerde de büyümesini sürdürmüştü. Bunun dı¬şında Koç, Sabancı, Çukurova gibi büyük grupların kurucuları 1920'lerde iş dün¬yasında henüz ilk adımlarını atıyorlardı. Vehbi Koç kendi adına ilk şirketini kurup İstanbul'dan Ankara'ya mal getirip satmaya ve Ford, Mobil gibi firmaların tem¬silciliğini yapmaya başlarken; Hacı Ömer Sabancı, Adana'da pamuk ticareti ile uğraşmaktaydı. Yaşar grubunun kurucusu Durmuş Yaşar, 1927 yılında Rodos'tan İzmir'e gelerek başladığı boya ve gemicilik malzemesi ticaretini sürdürüyordu. Çukurova grubunun kurucuları Eliyeşil ve Karamehmet aileleri ise Tarsus bölge¬sinde büyük toprak sahipleriydi. Ancak, Çukurova grubu, 1887'de Rum azınlıklar tarafından kurulan bir iplik fabrikasını 1925 yılında ele geçirerek erken bir tarih¬te sanayici kimliği de kazanacaktı.Adana'da Fransız işgalinin 1921'de sona ermesinin ardından Ermeni AristidisSimyonoğlu’nun bez fabrikası, Kayseri mil-letvekili Nuh Naci Yazgan tarafından (Kadir Has'ın babası) Nuri Has ve diğer iki ortaklaberaber devralınarak Milli Mensucat Fabrikası'na dönüştürülmüştü.
Türkiye’de özel sektörün gelişmesinin önünde en büyük engellerden biri olarak yabancıların, özellikle Yahudilerin ticaretteki hâkim rolleri görülmekte idi. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi, Yahudilerin dışlanmasına yönelikti ve İstanbul’da sermayenin değişimini başlattı. Vergisi'ni ödemekte zorluk çeken azınlıkların çoğunun mülkleri haczedildi ya da bizzat kendileri tarafından satışa çıkarılarak düşük fiyatla el değiştirdi. Kısacası, Varlık Vergisi uygulamada gayrimüslimlerden Müslüman-Türk kapitalistlere sermaye aktarımı anlamına geldi. Türkiye’deki Yahudi iş adamları arasında Üzeyir Garih, JakKamhi, İshak Alaton ve Bursa’da öldürülen ünlü tefeci Malki en çok tanınanlardır. Bunların dışında Hazar Türkü Museviler ve Karatay Türkü Museviler orta sınıf iş adamları idi. Karatay Türkü iş adamları bugünkü Karaköy’ü kuranlar olup, sayıları 30’a kadar inmiştir. Selanik dönmesi (Sabatay) olarak bilinenler ise daha çok tekstil dünyasında hâkim yer edinmişken, daha sonra bu üstünlüklerini kaybettiler. Cumhuriyetin başlarında bazı ithal malların satılmasında ve devlet ihalelerinde Yahudi ailelerin çok büyük avantajları olmuştu. 1954 yılında Galata’da Üzeyir Garih ile İshak Alaton’un beş bin lira sermaye ile kurdukları Alarko Holding’in bugünkü gücüne ulaşmasında, 1958’de dönemin başbakanı Adnan Menderes’in kendilerine Ankara’da kurulacak olan bir para matbaasının havalandırma tertibatının ihalesini vermesinin önemli rolü oldu.
Koç ve Sabancı’nın ismini duyulması İkinci Dünya Savaşı sonrasında başladı. Türkiye’de zengin kesimin oluşmasında en önemli etkenlerden biri hükümet ihaleleri olagelmiştir. Koç’un CHP iktidarı döneminde Numune Hastanesi ihalesini alması ilk örneği teşkil etmektedir. 1946 yılında ABD’den General Electrics ile anlaşarak Türkiye’de ampul fabrikasını kurması Koç ailesi için dönüm noktası oldu. Koç, daha sonra Amerikalılarla traktör ve otomotiv işine girdi. Sabancı ise 1950’lerde Demokrat Parti’nin zengin ettiği ailedir. Sabancı, Koç’a göre daha milli projelerle çalışırken, yurt dışına özellikle otomotiv sektörü (Toyota vb.) ile açıldı. Aydın Doğan, Koç’un bayisi ve koruması altındadır. Yabancılarla ortaklık yabancı devletin de korumasından faydalanmak demekti. Bu zorunluluğun diğer yüzü ise yabancılara tamamen pazarı kaptırmak yerine pay sahibi olabilmekti. Daha sonra Türkiye’ye Arap sermayesi (Karamehmet, Ercan Holding, Çiftçiler vb.) gelmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında önemli fiyat artışları ve savaş dönemi yokluk-ları ticari birikimin hızlanmasına vesile oldu, genellikle devlet kadroları ile yakın ilişki içinde birçok yeni tüccar ortaya çıktı.
Yabancı dil bilmeyen Koç, Türkiye’deki Yahudiler üzerinden yabancılarla ilişkiyi tercih etti. Elektrifikasyon ve elektrik malzemelerinin satışı ile piyasaya giren BurlaBiraderler’in de gerek devletten aldıkları ihalelerle ve gerekse Türk işadamlarıyla yürüttükleri ortak çalışmalarla kısa zamanda büyük güce ulaştılar. Vehbi Koç’un arkasındaki ‘gizli kahraman’ olarak bilinen BernarNahum’un da Koç Grubu’na BurlaBiraderler’den 1944 yılında transfer edildi. Koç’un özellikle yurtdışı ilişkilerinin arkasında hep BernarNahum’un uluslararası seviyede güçlü bağlantıları yatıyordu. Elektrik ampulü, taşıt lastikleri, buzdolabı, çamaşır makinesi, Anadol otomobili üretimi gibi başlangıçta çok zor gibi görünen sektörlere girilmesinde Nahum’un hayal gücünün ve uygulama üstünlüğünün payı büyüktü. Koç grubu, bu dönemde Oliver (traktör), U.S. Rubber (oto lastiği) ve Siemens (elektrikli cihazlar) firmalarının temsilciliklerini al¬mış, Ford bayiliğini Anadolu'nun çeşitli bölgelerini kapsayacak şekilde genişlet¬miş, yurtiçinde yeni ticaret şirketleri oluşturmuş, ayrıca ilk yurtdışı ticaret şirketini ABD'de 1945 yılında kurmuştu. Hacı Ömer Sabancı, 1948-49'da Adana'nın önde gelen tüccarlarından AlberDiyap'la birlikte pamuk ihracatına başlarken; Borusan grubuna ait İstikbal Ticaret bu yıllarda demir-çelik ithalatı ve kuru meyve ihracatı, Çukurova grubu ise Caterpillar iş makinelerinin ve çeşitli tarım araçlarının temsilciliğini yapmaktaydı. Savaşı izleyen yıllarda, özel girişimin öncülüğünde hızlı bir banka kurma çabası vardır. Ziraat Bankası ve iş Bankası dışında kalan dört büyük banka bu dönemde kuruldular. Yapı ve Kredi Bankası (1944), Garanti Bankası (1946), Akbank (1948) gibi son¬raları Türkiye bankacılık sektöründe ilk sıraları alacak olan bankalar birkaç yıl içinde faaliyete geçtiler.
1949 yılında Sanayi ve Kalkınma Bankası’nın (TSKB) kurulması ile ABD istediği kişiye istediği kadar kredi vermek ve Türk ekonomisine yön vermek için vasıta edindi. Bu krediler bugünün zenginlerini oluşturdu.30'lu yılların başında Atatürk tarafından yüksek ziraat tahsili yapmak için yurtdışına gönderilen Ali Numan Kıraç, İkinci Dünya Savaşı'nın bitimiyle Amerika'nın başlattığı Marshall yardımlarının dağıtımında görev aldı. Mehmet Barlas'ın babası Cemil Sait Barlas'la beraber kime hangi yardım dağıtılacaklarına karar veriyorlardı. İlk büyük yardım paketi içinde Türk çiftçisini pulluktan ve kara sabandan kurtaracak traktörler ithal edildi. 1940'lı yıllarda atölye ölçeğinde imalata başlayan Akkök (iplik ve dokuma), Eczacıbaşı (ilaç ve seramik fincan), Yaşar (boya), Ülker (bisküvi) gibi gruplar, 1950'li yıllarda bu faaliyetlerini tipik olarak TSKB kredileri ile fabrika ölçeğine taşıdılar. Türk Traktör'ün Türk sermayedarı Vehbi Koç oldu. 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olayları da Rum ve Ermeni mallarına el konulması da belirli bir zengin kesim yarattı. Erdoğan Demirören, Beyoğlu’ndaki Rum menkullerini ele geçirenlerin başında idi.Bundan sonra iktidarla işbirliği yapan aileler İnönü ve Menderes zamanında ihaleler alarak zengin oldular. 1960’larda ise ABD’de çıkarılan PL 480 kanunu ile buğday, süt tozu, tavuk gibi ihtiyaç fazlası Amerikan mallarının Türkiye gibi ülkelere gönderildi. Bunların karşılığında oluşturulan fon ile İstanbul’dan İzmit’e kadar kurulan fabrikalar finanse edildi. Böylece ABD, Türkiye’nin bugünkü zengin kesimini ve sermaye dağılımını, kendi deyimiyle kalkınmasını sağladı.
12 Mart muhtırasından üç hafta sonra, 2 Nisan 1971 günü imzalanan bir protokol ile kurulan TÜSİAD, açıkça finans kapitalin örgütüdür. Derneğin ilk ku-rucuları İstanbul ve İzmir'in büyük sermaye gruplarının (Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Sapmaz, Tekfen, Bodur, Boyner, İzmir'den Yaşar, Özakat, Özsaruhan) temsil¬cileriydi. TÜSİAD'ın 'dışa açılma' talebi 1970'lerin ikinci yarısında şekil kazanmaya başladı. 1978 yılına gelindiğinde TÜSİAD, AET'ye tam üyelik için harekete geçilmesini ve ekonomide yapısal bir değişimi öneriyordu. 1978 yılın¬da bir heyetle ABD'ye ziyaret gerçekleştiren TÜSİAD, bu ülkede IMF, Dünya Ban¬kası ve finans çevreleriyle görüşecek; görüşmeleri izleyen günlerde kapsamlı bir istikrar programının uygulamaya konması için Ecevit hükümetine baskı yapmaya başlayacaktı. 24 Ocak Kararları ile ilan edilen ve 12 Eylül darbesi ile uygulanma olanağı bulan politikaların özelliği, TÜSİAD tarafından açıklanan 'dı¬şa açılma' ve buna eşlik edecek düzenlemelere yönelik önerilerin karşılık bulmuş olmasıydı. Nitekim 12 Eylül’ün ilk icraatı her türlü sendikal faaliyeti ve grevleri yasaklamak oldu.TÜSİAD'ın dışa açılma yönündeki talepleri 24 Ocak 1980 kararlarında karşılık buldu. 24 Ocak 1980’deki odak değişikliği ile Türkiye’de kapitalizm, kendisini güdecek iktisadi liberalizme teslim edildi. Türkiye'de genellikle TÜSİAD çevresinde yer alan büyük sermaye gruplarının 1990'lardan itibaren belirli bir rekabetle karşılaştıkları, 1990'ların ikinci yarısın¬da kısmi bir güç kaybı yaşadıkları, ancak 2000'li yıllarda hem uluslararası ölçek¬te hem de ülke içinde bir dizi hamle ile konumlarını sağlamlaştırmaya yöneldik-leri söylenebilir.
Türkiye’deki büyük sermaye biri 1980'li yılların başında, diğeri ise son yıllarında olmak üzere iki büyük tasfiye dalgası yaşadı.1980'li yıllarda ayakta kalabilen (çoğu banka sahibi olan) büyük sermaye grupları, zor duruma düşen işletmeleri ele geçirerek büyümelerini hızlandırdılar. Daha önceleri fazla karşılaşılmayan 'ele geçirme' olgusu 1980'lerde çarpıcı bir artış sergiledi. Toprak, Zorlu, Ciner, Çalık, İhlas gibi gruplar 1980 sonrasında pek çok kez hukuk sistemi ile olan sorunlarını bir şekilde aşarak büyümüştür. Holding formu, çok sayıda şirketi bir merkezden yönetmek ve bir 'iç sermaye piyasası' oluşturmak için elverişli bir kurumsal biçim olarak yaygınlık kazandı.Yalnızca üç grup (Koç, Sabancı, İş Bankası) İMKB'deki toplam sermayenin 1988'de yüzde 43'ünü, 1991’de yüzde 45'ini, 1994'te yüzde 27'sini, 1998'de yüzde 34'ünü elinde tutmaktaydı. 2001 yılına gelindiğinde, İMKB'de işlem gören şirketlerin toplam sermayesinin yüzde 57'si, 5 büyük gruba ait 55 şirketin elindeydi. 1980'lerden itibaren, özellikle Anadolu kentlerinde büyüme arzusundaki sermayeler için açık olan bir yol, 'İslami sermaye' denilen kesim içinde yer almak biçiminde ortaya çıktı. Bunda önemli bir neden, küçük işletmelerin kredi sistemin¬den dışlanmış olmalarıydı. Alternatif olarak, 1980'lerde 'özel finans kurumları' (faizsiz bankacılık) adı altında başlayan sistemde, genelde İslami cemaatlerle bağlantılı Anadolu Finans, İhlas Finans (Işıkçılar cemaati), Asya-Finans (BankAsya, Fethullah Gülen cemaati) gibi kuruluşlar ve Al Baraka, Faysal Finans, Kuveyt Evkaf gibi Arap sermayeli firmalar bulunmaktaydı.
Özellikle 2001 krizi sonrasına Derviş-IMF iktidarı ile özelleştirmenin önü iyice açıldı. Kemal Derviş, 2001'de IMF'ten aldığı 40 milyar doları batacak bankalara verdi. Aynı yılın Ağustos ayında Üzeyir Garih ortadan kaldırılıyordu. Garih, inanılmaz bir tehditle karşı karşıyaydı. İstenilen parayı vermesi mümkün değildi. Ortağı İshak Alaton ise Erdoğan, Başbakan olduktan sonra gizli kabinesinde yer aldı. Erdoğan’ın beynini yönlendiren ilk beş kişiden birisi arasındaydı. 2003 yılından sonra ‘özelleştirme’ adı altında cumhuriyetin 80 yıllık kazanımlarının küresel sermayeye satılması, ‘Levanten burjuvazi’ ve bir kısım ‘sonradan görme’ varlık sahiplerinin şirketlerini, bankalarını, arazi, mesken ve arsalarını yabancılara satmaları ile Türkiye’deki sermaye hareketleri içinde doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı hızla arttı. Borç niteliğinde Türkiye’ye gelen yabancı sermaye 2003’ten sonra rekor düzeyde yükseldi. Bugün Türkiye’de 15.000 Avrupalı yatırımcı şirket bulunmakta ve borsasının %60’ı yabancıların elindedir. Özelleştirmeler ile sadece milli sermaye değil, egemenliğe de darbe vuruldu. Pek çok fabrika Türkiye’de gibi gözükse de mülkiyeti yabancılara aittir. Sermaye kendini koruma aracı olarak medya vasıtası edinmeyi de bir sigorta aracı olarak görmeye devam etse de, Türkiye’deki baskılar medyayı da içine almakta, gündemi karartmaktadır.
2007 yılından itibaren AKP’nin yeşil sermayeye yer açmak için başlattığı tasfiye harekâtı büyük sermaye grupları ile aralarında kırılmaya neden oldu. Türkiye ekonomisinde uzun yıllardır hâkim konumda bulunan büyük gruplar (özellikle TÜSİAD çevresi) yavaş yavaş 'devre dışı' kaldı; bun¬ların yerini ise AKP tarafından kollanan 'yandaş' sermayeler ve MÜSİAD almaya başladı. Bir yandan özellikle medya sahibi 'eski' gruplar üzerindeki sıkı maliye de¬netimleri ve kesilen cezalar, bir yandan da kamu ihaleleri ve özelleştirmeler yo¬luyla yandaşlara aktarılan rantlar, büyük sermaye içindeki çekişmeyi özetlemektedir.AKP, kendi 'organik burjuvazisini' yaratmak için uğraş¬makta ve TOKİ ihaleleri, yerel yönetimler gibi kanallar aracılığıyla bu grubu beslemektedir. Bununla birlikte, AKP'nin neo-liberal politikalarından TÜSİAD çevre¬sindeki büyük sermaye de nemalanmaya devam etmektedir. Türkiye ekonomisinde büyük sermaye gruplarının belirgin ağırlığı devam etmektedir.Son yıllarda Türkiye’de bir yandan yeşil sermaye içinde MÜSİAD (Çalık, Emine Erdoğan vb.) ile TUSCON (Gülen cemaati) arasında rekabet başladı. Bu rekabete son zamanlarda Başbakan ve hükümet üyelerinin sık sık toplantılarına katıldığı diğer bir yeşil sermaye kuruluşu olan TÜMSİAD katıldı.
Yarın, ABD’nin Türkiye’yi Kontrol Altına Alma Stratejisi.

Doç.Dr.Sait Yılmaz
@DocDrSaitYilmaz
ulusalkanal.com.tr